|
Ases adlı öykü yazıldığında, henüz Pendik faciası yaşanmamıştı; ama Manchester City değil de, artık bir dünya devi olan Manchester United devirilmişti Fenerbahçe tarafından... 16 Mart 1915te İstanbulda doğan yazar, Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra devlet bursuyla Almanyaya siyasal bilimler okumak üzere gönderilir; ancak öğrenimini tamamlayamadan yurda geri döner. Dönme nedeni, o yılların en tehlikeli salgını, tüberkülozdur... O tüberküloz, belki de Türk öykücülüğü ve tiyatrosu açısından eşsiz bir kalem kazandırdı, yazarı Türkiyeye getirerek... Aseste anlatılan, bir Fenerbahçe-Hacettepe maçıdır. Fenerin mahalle takımlaştığı bir Hacettepe maçı idi. Mithatpaşa alanı balçık deryası. Hacettepe ağır sahada sıfır sıfırın üstüne yatıp bir puan koparmak için müdafaa oynuyor hep. Tam bu sırada Fener kalesi önünde bir karambol oldu. Üç Hacettepeli kale çizgisi önünde bitiverdiler. Top Fener kalesinin filelerini dalgalandırdı. Hakem, düdüğünü çalar ve santrayı gösterir. Biz, yeni kuşak izleyicilerin Pendik maçında gördüğümüz sevincin aynısını bu kez Hacettepe oyuncuları gösterirler. Sevinç yumağı, golü atan futbolcunun çevresinde örülür. Fenere gol atmakla, başka takıma gol atmak arasında dağlar kadar fark vardır; o halde sevinci de farklı olmalıdır. Takımda ne kadar oyuncu varsa, hepsi gol atanın üstüne kendini bırakır. Oysa, en altta kalan futbolcu, bir şeyler söylemek istemektedir o anda... Kimse duymaz... Fenerliler yedikleri golün üzüntüsü ile topu hemen santraya yerleştirirler; yıllar geçse de üstünden futbolda hiç değişmeyecek bir manzaradır bu. Oyun bir an öne başlamalıdır ki, gol yiyen takım için gol atacak yeteri kadar bir zaman olsun... Oyun olabildiğince geç başlamalıdır ki, hep savunma yaparak oyunu beraberliğe bağlamaya çalışan takım, geriye kalan zamanı öyle ya da böyle tüketerek, gol yeme riskini azaltsın... Karmakarışık bir yün yumağından farksız olan sevinç yumağını, Mithatpaşa Stadında çözmeyi başaran ve ölmekten son anda kurtulan futbolcu, hakeme koşarak, ona içinde kalanları bir bir anlatır... Golün sahibi, attığı golün nizamî olmadığını söylemiştir hakeme... Hakem, bir an tereddüt eder, yan hakemlere bakar. Onlardan onay alır ve düdüğünü bir kez daha çalar... Bu kez, sevinen taraf Fenerlilerdir... Golü sayıldığı halde, dürüstlüğü elden bırakmayarak, hakemin yanlışını bizzat düzelten futbolcuya doğru koşarlar sevinçle... Ama çocuk onları da itti, yerine geçti, stadı kaplayan yaşa ve yuhaların arasında hiçbir şey olmamış gibi oyuna devam etti. Yazarın 1969 yılında yayımlanan Sanchonun Sabah Yürüyüşü adlı öykü kitabında yer alan öyküsüne adını veren Hacettepeli futbolcuyla biz de tanışalım mı artık? İşte ben Asesi o gün tanıdım. Asese en büyük tepki, doğal olarak, kendi takım arkadaşlarından gelir; çünkü beraberliğe verilecek olan yüksek primden oldukları gibi, küme düşme tehlikesi daha da belirginleşmiştir artık... Orospunun çocuğu, itin dölü, hıyar aleyhisselam. Vükelalığın sırası mı, şalgam tarlası! (...) Ulan dürzü, sana mı kaldı centilmenlik dalgası! Asesin dürüstlüğü birtakım şüpheleri de üzerine çekmesine neden olmuştur: Allah bilir, Fenerden para da almıştır. Belkim gelecek sezon transfer ederler beni diye yağcılık etti. Ases, girdiği ikili mücadeler sonucunda, eğer rakip futbolcu arkadaşını düşürürse, ondan özür dileyen ve elinden tutup kaldıran biridir. Top ayağına geldiğinde, topla uzun uzun oynayıp tirbünlerin ilgisini çekmek istemediği için, hemen en uygun yere pasını atan biridir. Yazar, konuyu hemen tiyatroya getirir tam da burada; ne de olsa, öyküden sonra iyi bildiği bir diğer konudur o... Ases, tiyatrocu olsa en gösterişsiz, ama o kadar da çetin kompozisyon rolleri ile yetinirdi. Bugün, gol atınca rakip taraftarların yer aldığı tribünlere doğru koşarak işaret parmağını dudaklarına götürüp Sus! işareti yapanlar... Tribünden gelen yabancı maddeleri, bir yanlışı yineleyip gerginliği artırmak istercesine, o tribüne geri yollayanlar... Fan kulüp üyelerine, kendi lehlerine tezahürat yapmaları için ricada bulunanlar... İspanyol dalgasından daha hızlı yayılan terör dalgasını, hakeme el kol hareketi yaparak tırmandırmak isteyenler... Teknik direktörleri oyuncu değişikliği yapmak isteğinde, elektronik tabelada kendi adlarını görünce, yedek kulübesine küfrederek ve öfkeyle gidenler... Kısacası tribünlere oynayanlar... Ases, ekip için oynuyor, tribün için değil. Ve sahaya çıkınca, insanlıktan uzaklaşanlar... Maç öncesinde, sarılıp öpüşürken, maç sırasında birbirlerine girenler... Maç sonunda da bu sorulduğu zaman, İş başka, arkadaşlık başka! saçmalığını mikrofonlara savuranlar... Milyarlarca liralık arabaların içinde erdem yoksulluğu ile kıvrananlar... Ulusal takım kampında, prim ve hediye cip huysuzluğu çıkararak, (sporu değil!) kendilerini ucuzlatanlar... Ases, futbolu kendinden çok seviyor. Aynı takımla bir başka maçında Fenerbahçede tanıdık bir isim gözümüze çarpar. Ases, onun her akınını kesen savunmacıdır. Bir atakta, ayağı kayıp düşünce, sinirine hakim olamaz ve kalkıp Asese bir tokat yapıştırır. On bin kişi, şaşkınlıkla Asesin bu duruma tepkisini beklemektedir. Ases de elini kaldırır; ama amacı başkadır. Tokat atan, birle yetinmez; ikinciyi düşünmektedir. Ases, kaldırdığı eliyle, Canı bileğinden tutar, bir daha vurmasın diye... Hakem koştu. Yanlarına geldi. Sıkı ise atsın Canı. Atamadı tabii. Hakem gelince Ases tuttuğu bileği bıraktı. Ama Can oyunun sonuna kadar onun tuttuğu bileği ovaladı durdu idi. Hâlâ Canın kim olduğunu çıkaramayanlar için, küçük bir ipucu daha versin yazar: Hatırlar mısın, Canın İtalyadan yeni geldiği yıllardı. En şımarık devri. Maçın sonucunu bekleyenleri de fazla meraklandırmayalım; söyleyeceklerimizi ondan sonraya bırakalım: Gol gol gol... Stad yıkılıyor. Fenerbahçe son dakikada frikikten galibiyet golünü kazandı. Tam çizgi üstündeki bu çift vuruşa Hacettepeliler baraj kurmuşlardı; Şükrü koştu, geldi, topa hafifçe dokundu. Demarke duran Fuatın şimşek gibi şutu ağları havalandırdı. Asesin iyi futboluyla ulusal takıma çağrılacağını düşünenlerin hepsi yanılırlar. Kötülerin kazandığı bir başka dünyadır futbol! İnsanlığını, adamlığını çekemeyenler onu yıprattıkça yıpratırlar. Yorarlar, yıldırırlar. Her iyiyi aşağı çeken böyle bir ortamda daha fazla yaşatmazlardı onu da... Ya değişecek, ya futbolu bırakacaktı. Ases, futbolun para musluklarını açmayı beceremeyecek denli iyi olduğu için, bırakır futbolu; peki ne yapar, neyle geçinir? Ases, şimdi bir muslukçu ustasıdır. Bu öyküyü güzelleştiren sadece erdemli bir futbolcunun yaşamı değil, yazarın satır aralarına sıkıştırdığı futbola dair cümleleridir. Maçın tek golünü atarak, Fenerbahçenin yenmesini sağlayan Şükrü... Ve onun estirdiği sevinç rüzgârları... Şimdi birlikte düşünelim... Şansal Büyükanın sunduğu, Erman Toroğlunun eşsiz yorumlar yaptığı Maraton programının kameraları maç sonlarında soyunma odalarına kadar giriyor, değil mi? Bizim 2000li yıllarda gördüklerimizi, 1969 yılında yazılan bu öyküden okumak ister misiniz? Soyunma odası ana baba günü. Son golün kahramanı, yüzü öpülmekten tükürük içinde kalmış. Gol atınca havalara sıçrayan, birbirine sarılıp ağlaşan, gol yiyince saçını başını yolan, kendini yerlere atıp tepinen bu isterik çocuklara sporcu dendiğini görse, eski maratoncular halimize gülerlerdi. Gol üstüne söyledikleri, daha çarpıcı... Gol, ortak bir çabanın ürünü. O kadar. Görmemişin oğlu olmuş gibi bu bayram taşkınlığı niye? Sevinçten ağlıyorlar, gol yiyince ağlıyorlar. Nedir bu laçkalık! Er meydanı mı yoksa, kız lisesi yatakhanesi mi bu? Kaleci Fevzi, Beşiktaştayken hatalı yediği bir gol sonunda, kafasını kale direğine defalarca vurmuştu. İçimizi burkan bu görüntüyü unutmak olanaksız... Biraz daha derin düşünülse, kaleci nedir? Kalenin bekçisi. Aktif olmaktan çok pasif bir eleman. Zaman zaman fethedilen, sonra da vicdan azabı krizleri geçiren. Ağlara yaslanıp başını direklere vurup ağlayan. Bu haliyle iffetini koruyamayan beceriksiz bir bakireyi hatırlatmaz mı? Oysa, vurucu bir santrafor, ya da acar bir açık, bir gol kralı, futbolcuların en erkek elemanı sayılsa yeri. O, kalenin ebedî avcısıdır. Kaleciyi bir gafil anında avlamak için tetiktedir hep. Doksan dakika... Gol atınca, takımların rahatlaması boşuna değilmiş meğer... Yine, yazara bırakalım sözü: Kaleye yapılan akınlar, bir kadını yumuşatmak için yapılan çabalara benzetilebilir. Kalenin sıkışması, korner ve frikikler, tahrikin daniskası, bir çeşit aşk oyunudur. Bir kale ile öbür kale arasında atak ve kontrataklar ise aşk elektriğini dolduran gidip gelişler. Ve nihayet, oldu olacak diye beklenen büyük deşarj, gol ve onu takip eden çığlıklar, kayan gözler, tutulamayan salyalar. Ve golden sonraki o sıcak rahatlık... Hiç şüphe yok, gol futbolun orgazmıdır. 1967de Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar ile Devekuşu Kabare Tiyatrosunu kuran yazar, asıl ününü Keşanlı Ali Destanı ile kazanacaktır... Kitabı baskı üstüne baskı yapan, oyunu yurt çapında yıllarca sahnelenen ve Atıf Yılmazın filmini çektiği, diller destan güzellikteki bu yapıt ile!.. Kadınlar, futbolcuların oyununa değil, olsa olsa resimlerine aşık olabilir. Eski bir sağaçık, ortalarından, gollerinden çok alnına dökülen perçemi için sevilirdi. Adam, ellisine vardı. Futbolu çoktan bıraktı. Hâlâ o perçemi gezdirir durur Kadıköy vapurlarında. İstanbullular bilir, Kadıköy vapurlarının her gün onlarca defa yanaştığı Kadıköy İskelesinin hemen yanıbaşında koca bir bina durmaktadır. O binanın ne olduğunu anlamak için, sevgililerin buluşma yeri olan kapısına gidelim... Kalabalığın arasına karışıp, başımızı yukarı kaldırdığımızda, okuduğumuz tabelada Ases adlı futbolcuyu öyküsüyle ölümsüzleştiren, öykü ve tiyatro ustamızın adı yazılıdır: Haldun Taner Sahnesi | ||||
|
|||||||
Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||