Home page
Haber Menüsü


Dış politikada 2004’e taşınan sorunlar
Türk dış politikasının iki önemli konusu; Kıbrıs ve Kuzey Irak’la ilgili gelişmeler 2003’ün son günlerinde de gündeme damgasını vurdu.
NTV-MSNBC
    29 Aralık 2003 —  Kıbrıs’ta süregelen soruna çözüm arayışlarının AB’ye üyelik süreci ile ilintilendirildiği bir konjonktürde nasıl bir çözüm bulunacak? Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumu Türkiye’nin bölgedeki konumunu nasıl etkileyecek? 2004’te çözüm bekleyen öncelikli sorunları İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğr. Üyesi Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu ile konuştuk.  

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Defne Sarısoy: Dış politikada 2003 sonu itibariyle iki önemli başlık öne çıkıyor. Son günlerde, Kuzey Irak’ta bir Kürt Federasyonu oluşumu yönündeki çalışmalar ve Kıbrıs’ta çok sıkışık bir takvim içerisinde çözüm arayışları, Türkiye’yi zorlayan konular. İsterseniz önce Irak’taki gelişmelerden bahsedelim, sonra Kıbrıs’a geçelim.
       ABD Irak’ın toprak bütünlüğünün korumasından yana görünüyor. Ancak Irak’ın geleceğine ilişkin konuşulan senaryolar daha farklı görünüyor. Sizce Irak’ın geleceği için nasıl bir oluşum beklenebilir?


Defne Sarısoy'a mail atmak için resmin üzerine tıklayın.
       Faruk Sönmezoğlu: Toprak bütünlüğünden tabii ki ABD de söz ediyor, Iraklı Kürtler de toprak birliğini prensip olarak kabul ediyorlar. Hukuki anlamda toprak bütünlüğü demek, bir ülkenin yönetiminin, siyasi örgütleniş biçiminin mutlaka şu veya bu tarzla olacağı demek değil. Çeşitli şekillerde federatif yapıya sahip, ancak üniter devlet olan birçok ülke var, örneğin Amerika Birleşik Devletleri ve eski Sovyetler Birliği, ikisi de federal ve fakat üniter devlet. Farklı siyasal sistemlerin tümü için ‘toprak bütünlüğü’nden söz edilebilir. Dolayısıyla, ABD toprak bütünlüğünü kabul ediyor diye biz devletin örgütleniş şekli olarak bizim istediğimiz şekli kabul etti anlamını çıkarmamalıyız. Federasyon değil de üniter devleti kabul ediyor gibi yorumluyoruz.


       
       Elbette, ABD de Türkiye’yi rahatlatmak için bu anlama gelen bazı şeyler söylüyor, ancak son tahlilde “toprak bütünlüğünü koruyoruz ama değişiyor yönetim biçimi bu şekilde, tam tekçi üniter bir devlet şeklinde olmuyor” dedikleri zaman buna hukuken çok fazla bir şey söylenemez. O şekilde de çünkü toprak bütünlüğü muhafaza ediliyor. Kanaatimce, Türkiye’nin yaklaşık 8-10 yıllık süreçteki şanssızlığı şudur; Türkiye’nin kendi politikaları üzerinden Türkiye, bölgede böylesi bir durumun olgunlaşmasına zemin hazırlamış oldu. Türkiye bunu farkedemedi demek istemiyorum, farkettik ama bunu önleyecek uluslararası konjontürde bir imkanımız olmadı.
       
NASIL BİR FEDERASYON
       

       Saddam Hüseyin’in saldırısına uğrayan insanlar var, dünya kamuoyu bunlara yardım etmek ve korumak istiyor. Bunu desteklediğiniz ölçüde orada bir varlığı, en azından sosyolojik bir varlığı (Kürt varlığını) desteklemiş oluyorsunuz. Türk dış politikası fiilen bu çelişkiyi yaşadı. ABD’nin doğrudan müdahalesiyle o aşamayı geçmiş bulunyoruz, çünkü Kürtler’in ABD’nin liderliğindeki Irak yönetiminde, kendi nüfus oranlarıyla ilgisi olmayan etkin bir pozisyonu var. Ben toprak bütünlüğünün Suriye, İran, İngiltere, Türkiye ve ABD tarafından da savunulacağından eminim. Ama ‘üniter’ devlet niteliğini taşıyacak bir siyasal yönetim biçiminin Saddam-sonrası Irak’ta oluşması şu anda çok güç gözüküyor.
“Ben toprak bütünlüğünün Suriye, İran, İngiltere, Türkiye ve ABD tarafından savunulacağından eminim. Ama ‘üniter’ devlet niteliğini taşıyacak bir siyasal yönetim biçiminin Saddam-sonrası Irak’ta oluşması şu anda çok güç gözüküyor.”

       Şimdi o zaman ne olacak? Muhtemelen bir federasyon versiyonu gündeme gelecek, zira federasyon dediğimiz yönetim biçimi tek tür bir yapı değil. En genel ayrımıyla, bir federasyon; etnik, fonksiyonel, bölgesel-coğrafi anlamda olabilir. Eski Sovyetler Birliği etnik baza dayanan bir federasyondu, ama üniterdi. Bugünkü ABD veya Almanya az çok fonksiyonel, bölgesel anlam taşıyan federasyon çeşitleri. Türkiye bu noktadaki tezini federasyonun esas itibariyle fonksiyonel-bölgesel bir federasyon olması üzerine kurmalı. Bunun dışında, hiçbir şekilde federasyon olamaz tezi, ancak pazarlık anlamında kullanılabilir. Ve bu zeminde federasyona karşı durmak mevcut şartlarda çok zor gözüküyor.
       Fonksiyonel veya bölgesel federasyondan kasıt Kuzey Irak, Orta Irak ve Güney Irak bölüşümü. Bunu etnik baza dayandırdığınız zaman ise Kürtler’in, Sünni Arapların ve Şii Araplar’ın çoğunlukta olduğu bölgeler olarak anlaşılıyor yaygın olarak. Ancak, Kürt liderler federasyondan ikili bir yapı anlıyorlar ki, buna kesinlikle itiraz etmek lazım. Arapları tek parça olarak kabul eden Kürt-Arap ayrımı Irak açısından gerçekçi bir federatif zemin değildir.
       Kabaca etnik grupları saymaya yönelirsek, Türkmenler’den de söz edilmesi gerek. Onlara özerk sayılabilecek, fonksiyonel de olsa bir bölge verilmesi durumunda söz konusu federe devlet üç parçalı mı olacak? Türkiye’nin neye ‘karşı çıkması’ gerektiğini netleştirmesi lazım; tam etnik temele dayalı ya da yöresel-etnik çoğunluğa göre bir federasyona karşı çıkması lazım, diğer bir deyişle eski Sovyet tipine. Kürtler’in etnik bir federasyonu ve bunun gibi Kerkük’e de Kürt şehri demelerinin sebebi de şudur; Kerkük’e sahip çıkarak bugüne kadar Irak’ın merkezi hükümetinin denetiminde kalmış Kerkük petrollerine büyük ölçüde sahip olmak. Türkiye’nin stratejisi, Kerkük’ün büyük ölçüde federal devletin inisiyatifinde olan bir ‘ulusal kaynak’ olarak değerlendirilmesini sağlamak olmalı.
       
       Defne Sarısoy: Kuzey Irak’taki Kürt grupların bir federasyon kurma planı Ankara’yı başından beri tedirgin ediyor. Son gelişmeler ise bu düşüncenin hayata geçmekte olduğunu gösteriyor. Bir federasyon kurulması durumunda, Türkiye’nin şu an için takınması gereken tavır ne olmalı? ABD nezdinde nasıl bir girişimde bulunmalı? Federasyon oluşumunu önlemeye çalışmalı mı, öyle isi ne gerekçeler sunmalı? Hangi çekinceleri ortaya koymalı?
       
Faruk Sönmezoğlu: Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili olarak oluşumları, askeri sayılabilecek unsurları da içererek, önlemeye çalışacağı kanısında değilim. Bu doğru da olmaz zaten. Çünkü Irak’ın federatif yapısının tabiatı komşu devletleri ilgilendiren çok önemli sorunlar içermekle beraber, esas itibariyle daha çok Irak’ın kendi problemi. Irak’ın şu andaki durumu uluslararası bir nitelik taşıdığı için, komşuların tam barış zamanından biraz farklı olarak olayla ilgilenme imkanı var.
“Kerkük petrolleri Kürtlerin kendi sosyolojik ve toplumsal örgütlenme düzeyine göre çok büyük bir kaynak. Petrolden gelecek gelirin önemli bir kısmını çok rahatlıkla silahlanmaya ayırmaları mümkün.”

       Silahlı kuvvet kullanımı anlamına gelecek bir söylemin çok doğru olmadığı kanaatindeyim. Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili askeri önlemleri de kapsayan söylemi, olsa olsa PKK’yla ilgili konular olabilir. Sadece PKK konusu, Türkiye’nin güvenliği ile doğrudan ilgilidir. PKK, sınırı vur-kaç taktiği için kullandığından, sınır eğer korumalı değilse, Türkiye’nin bazı hallerde öbür tarafta da takip etme hakkı en azından teammül anlamında var. Türkiye ancak bu anlamda askeri sayılabilecek bir söylemi kullanabilir. Ama bu Irak’taki rejimle ilgili, yönetim yapısıyla ilgili bir durum değil haliyle. Ve şu andaki durum itibariyle Irak ve ABD ilişkileri açısından PKK dışında bir sebeple askeri güç kullanımının savunulması çok kolay değil. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta giderek bir Kürt devletine doğru ilerleyen oluşumdan endişe duyduğu ortada. Bu noktada Kerkük petrolleri, Türkmenler’in statüsü gibi bir konu çok temel nitelikte sorular etki ediyor.
       Türkiye istediklerine yakın çözümlerin ortaya çıkmasını sağlayabilirse, kanımca bu Türkiye açısından bölgede yeterli bir güvenliği büyük ölçüde sağlar. Onun dışında, bölgedeki söz konusu federe devletin ileride ne olacağı pek tabii Türkiye, İran ve Suriye’yi de ilgilendirmektedir. Bu bağlamda, belki bazı spesifik konularda İran ve Suriye ile temas kurulabilir. Türkiye ve ABD’nin bu ülkelerle ilişkisi kötüdür ama kimi spesifik konularda kısıtlı işbirlikleri zaman zaman sorunlu ülkeler arasında yapılabilmektedir. Türkiye de kısıtlı bir işbirliğini başarabilir.


       
       Kürt devleti oluşumu Türkiye kadar, İran’ı da rahatsız ediyor. Eğer Kerkük petrollerini, nüfusunun çok da önemli bir kısmını oluşturmayan Kürtler’in sahiplenmesi söz konusu olursa, Türkiye’nin endişe etmesi normaldir, çünkü bu coğrafya çok kolay silahlanabilir. 1991’deki Körfez müdahalesi, Saddam Hüseyin Kuveyt’in petrol gelirini silahlanmaya yatırırsa bölgede ciddi tehdit oluşturur endişesinden çıktı. Kerkük petrolleri de Kürtlerin kendi sosyolojik ve toplumsal örgütlenme düzeyine göre çok büyük bir kaynak. Petrolden gelecek gelirin küçük bir kısmını kendi ulusal altyapısına, büyük kısmını da çok rahatlıkla silahlanmaya ayırması mümkün. Kürtlerin silahlanması bölgedeki dengeleri bozar. Bu anlamda, hem federasyon, hem de Kerkük’ün ve petrolün Kürtler’in denetiminde olduğu bir çözüm, Türkiye’nin bence de haklı olarak endişe edebileceği durumdur.
       
       Defne Sarısoy: Görüldüğü üzere Kerkük üzerindeki hassasiyet giderek artacak. Barzani ‘Kerkük’ü tarihi haklarımız nedeniyle istiyoruz’ gibi bir söylem kullanmıştı. Peki burada Türkmenler’in durumu ile ilgili neler beklenebilir? Saddam sonrası Irak’ta Kerkük’ün bir Kürt toprağı sayılması durumunda, burada yaşayan Türkmenler ne olacak?
       
Faruk Sönmezoğlu: Bu konular bazı subjektif noktaları içerir. Kerkük gibi Kürtlerin ve Türkmenlerin, Arapların yaşadığı bir coğrafyada, her Kerküklü’nün, hangi kaynaklara dayanılması, hangi tarihten itibaren kayıtların dikkate alınması konusunda, hem de Kerkük’ün kapsadığı coğrafyanın neresi olduğu konusunda farklı kanısı var. Örneğin, Türkmenler daha çok kentli ve kent merkezinde yaşıyorlar. Eğer Kerkük coğrafyasını daha dar anlamıyla kent merkezli alırsanız, Türkmenler daha yüksek bir orada temsil edilirler. Ama coğrafyayı genişlettiğiniz, hinterlandını Kerkük’e kattığınız zaman, bir eyalet anlamında, bu sefer de Kürtlerin de yoğun olduğu bölgeler öne çıkar.
       Bir başka sorun da; Saddam Hüseyin zamanında güdülen ‘Araplaştırma’ politikaları. Kürtlerin bu konudaki şikayetleri haklıdır, ama bundan Kürtler kadar Türkmenler de büyük zarar gördüler. Ülkenin güneyinden kuzeye Araplar getirildi ve toprak verildi. Nüfus yapısıyla oynandı. Bu ‘Araplaştırma’ Türkmenlerden çok Kürtlere karşı yapıldı ama Türkmenler de zarar gördü. Bütün bunlar düşünülünce, Kerkük kimlere aittir sorusu güçleşiyor.


       
       Nüfus sayımları itibariyle tarihi kayıtlarda ne kadar geriye gidilecek, hangi tarihten itibaren başlanacak? Kerkük’ün kime ait olduğu tartışmasında bütün bu unsurlar devreye giriyor. Kanımca burada büyük ölçüde ABD’nin yorumu hakim olacak. ABD bir geçici konsey belirleyecek, ama o konseyin tabii yönlendiricisi ABD olduğu için, konsey büyük olasılıkla ABD’nin duruşuna yakın bir yorum yapacak. Türkiye’nin bu noktada o konseyin içinde cereyan eden ilişkileri iyi değerlendirmesi lazım. Örneğin, Kürtler Arapları yekpare olarak ele almaya çalışıyorlar. Oysa Arapların böyle ele alınması mümkün değil. Şiiler’le Sünniler arasında, ABD’ye bakışları açısından çok büyük farklılıklar var. Türkiye’nin bu türden farklılıkları değerlendirmesi, diplomatik bir çaba olarak, bunu ABD nezdinde kullanmaya çalışması gerekir.
       
       Defne Sarısoy: Kuzey Irak’la ilgili son soru olarak PKK varlığına değinmek istiyorum. Bir Kürt federasyonunun kurulması oradaki PKK varlığını nasıl etkileyecek?
       
“Hukuki zeminde PKK’ya karşı olduğunun altını çizse dahi, PKK’nın ABD için bir koz olduğu açıktır. PKK’nın üstüne gitmemelerini büyük ölçüde böyle yorumlamak lazım.”

       Faruk Sönmezoğlu: ABD’nin PKK konusundaki tutumunun çok çelişkili olduğunu görmek için Türkiye’den bakmak gerekmiyor. ‘ABD çelişkiden başka hiçbir şey üretemiyor, çaresizlikten böyle bir politika izliyorlar’ demiyorum. Çelişkinin ABD için biraz taktiksel bir rolü var. O da şu; Türkiye’nin bu coğrafyada sürekli devreye gireceğini, kanaat belirteceğini ABD de tahmin ediyor.
       PKK sorununu bir defada kesinkes bir şekilde çözdüğü anda Türkiye ile pazarlık edebileceği bir kozu ortadan kaldırmış oluyor. Halbuki PKK’nın bir kenarda potansiyel olarak varlığı ABD’nin de işine geliyor. Gelecekte Türkiye’nin bir diplomatik atağa geçmesi durumunda, taraflar birbirlerinden bir şeyler isteyecekler. İsteneceklerin arasında PKK da olacak. İşte PKK’nın ortadan kalkmış olduğu durumda Türkiye başka bir şey isteyecektir. Daha basit bir ifadeyle, ABD açıkça ifade etmese de, hukuki zeminde PKK’ya karşı olduklarının altını çizseler de, PKK’nın bir koz olduğu açıktır. Günümüz konjonktüründe PKK’nın üstüne gitmemelerini de büyük ölçüde böyle yorumlamak lazım.
       Ayrıca şunu da görmek gerekir; Kuzey Irak şu anda ABD açısından sorunsuz. ABD esasen enerjisini gerek zihni gerek coğrafi mücadele anlamında özellikle orta ve güney bölgelere doğru harcamak durumunda. PKK ile dağlık bölgede askeri bir mücadeleye girilmesi, kuzeyde Kürtler arası bir çatışma gibi bir manzara yaratacak senaryolar gerçek dışıdır. ABD bunu istemez. PKK Türkiye açısından istenmeyen bir örgüt olabilir ama Kuzey Irak’ta sonuç olarak “Kürt”, diğer bir deyişle aynı etnik grubun bir başka üyesi. Dolayısıyla, Kuzey Irak’ta hiçbir sorun yokken, bu sefer PKK kanalıyla yeni bir takım sorunların çıkması gibi bir durumu düşünün. O anlamda ABD, PKK sorununu ertelemeye almıştır. Ancak PKK bir hata yaparsa, sanıyorum o zaman ABD müdahaleye mecbur kalabilir ya da en azından Türkiye’yi önlemek için inisiyatif alabilirler.
       
       Defne Sarısoy: Türkiye’nin bir başka öncelikli konusu da özellikle daralan zaman nedeniyle Kıbrıs sorunu. Kıbrıs’ta bir hükümet kurulamamış olması da tabii ki işi zorluyor. Sizce bu siyasi tıkanıklık nasıl çözülebilir? Bir erken seçim görülüyor mu Kıbrıs için şu an?
       
“Annan planına göre hemen çözüm diyenlerle, biraz daha ihtiyatlı davrananlar arasında keskin bir ayrım olmamalı. İktidarla hükümet buna göre bölünmemeli. Keskin hatlarla bir ayrım oluşursa, görüşmeleri yeterince güçlü bir şekilde götüremezler.”

       Faruk Sönmezoğlu: Aslında hem Kıbrıs sorunu, hem Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri açısından, hem de bunun dışında Türkiye’nin kendi sorunu olarak, birarada ve bir ölçüde de Türkiye’nin Yunanistan ile sorunu olarak görüyorum. Ama 2004’e giden süreçte konuyu AB ile ilişkilendirerek ele alıyoruz. AB süreci açısından baktığımız zaman, bir daha seçim olması aslında muhalefetin hararetle isteyeceği bir şey değil gibi geliyor bana. Ne kadar acele edilirse edilsin, ortada bir hukuki bir süreç var. Dolayısıyla bir hükümet teşkil edilemediğinden, yasamanın süratlendirilmesi çok kolay bir olay değil.
       Kanımca, çözümün nasıl olması gerektiği konusunda farklılıklar var Kıbrıs toplumunda ve partiler bunu yansıtıyorlar. Annan planına göre hemen çözüm diyenlerle, biraz daha ihtiyatlı davrananlar arasında bir ayrım olmamalı, iktidarla hükümet buna göre bölünmemeli. Keskin hatlarla bir ayrım oluşursa, görüşmeleri yürütmekle görevli olanlar görüşmeleri yeterince güçlü bir şekilde götüremezler, çünkü temsil gücü çok hassas bir çoğunluğa dayanacak. Bir iki milletvekiliyle olacak bir hükümet sağlıklı olamaz. Eğer iki ana eğilimi temsil eden iki lider parti birlikte olursa anlaşabildikleri noktalar var.
       Görüşmecilik açısından da böyle bir birliktelik çok daha güçlü bir pozisyonda olur. Bu önerim Kıbrıs için sadece ve sadece bu konjonktür için uygundur. Yoksa diğer zamanlarda Kıbrıs demokrasisi içinde bir milletvekili farkı ile bir hükümet kurulabilir, demokrasi açısından gayet de uygundur. Prensip olarak, ulusal birlik hükümeti demokrasi açısından öyle çok her zaman savunulacak bir anlayış değil. Ama bu sefer görüşmelerin sağlığı açısından böyle olması doğrudur.
       
TÜRKİYE’NİN MÜDAHALE HAKKI
       Ben Denktaş’ın seçime gitmek yerine, liderleri ve partileri ikili ya da dörtlü bir hükümette, ortak bir asgaride anlaştırma stratejisi gütmesi gerektiğini düşünüyorum. Birlikteliğin darboğaza girdiği anlarda, Türkiye’yi de devreye sokmak kaydıyla çözüm arayışlarının devam etmesi gerektiğini düşünüyorum.
       Türkiye’nin iradesini küçümsememek gerekir. 70 milyon Türkiye’ye karşı 140 bin kişilik Kıbrıs mantığından gitmiyorum. Hukuki anlamda Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile birlikte o devletin kurucu ortaklarından. Türkiye’nin ne düşündüğü bir yana, Türk parlamentosunun iradesini o gruba devretmesi gibi bir şey, uluslararası hukuk anlayışı, temsil anlayışı açısından zaten gerçekçi değil. Bu konu Türk kamuoyunda yanlış algılandı. Türkiye sayıya dayanarak Kıbrıs’ta hak iddia etmiyor. Türkiye’nin müdahale hakkı ya da en azından görüş belirtme hakkı, hukuki bir hak. Bu bir teamül veya gelenek değil, onu belirtmek isterim.
       İleriye dönük ne olabilir diye düşünürsem aklıma şunlar geliyor; partiler bir şekilde Türkiye’nin de biraz devreye girmesiyle bir hükümet kurma yoluna gidebilirler. Burada Türkiye’nin tutumunun çok belirleyici olacağı kanaatindeyim. Seçim çözüm getirmedi ise, Türkiye Dışişleri Bakanı’nın tarafları bir masa etrafında toplayarak sorumlulukları ve diğer şıkları ifade ederek çözüm arayacağını tahmin ediyorum. Ben bir hükümet çözümü çıkacağı kanaatindeyim.
       Ancak bu Kıbrıs sorununa çözüm bulunabilir anlamına gelmemeli, her halükarda bir hükümetin kurulması, Türkiye’ye görüşmelerle ilgili olarak iradesini ortaya koyabilme zeminini yaratır.

       
       
       Defne Sarısoy: Müzakere süreci başladığında ne olabilir?
       
Faruk Sönmezoğlu: BM Genel Sekreterliğinin bir irade ortaya koyması lazım. O da şu; planın en son versiyonu olan üçüncü versiyonu, hiçbir değişiklik yapılmadan adeta doğrudan halk oyuna sunulmak üzere taraflara iletildi. Genel sekreterin “Annan planı masadadır” dediği anda, eğer iki taraf da kabul ederse planı, referandum düzenlenmesi gerekiyor.
       
       Defne Sarısoy: Denktaş’ın da “bu bir intihardır” diyerek karşı durduğu nokta bu değil mi?
       
Faruk Sönmezoğlu: Türkiye de bunu kabul etmiyor.
“Kıbrıs halkının hükümet partilerine oy atan diğer yarısı da oy verirken, hiçbir zaman AB çerçevesi dışında kalmak istemiyorlar, genel olarak ‘haklarımızı koruyarak girelim’ diyorlar.”

        Bunu bir anlamda Papadopulos da kabul etmiyor. Ancak parantez içinde söylüyorum, Türk tarafı rıza gösterirse ben Papadopulos’un Atina tarafından ikna edilebileceğini de düşünüyorum aslında. Şimdi devam edersek, Türkiye Annan Planı’nı görüşmeye hazır olduğunu yineliyor, fakat bu noktada Denktaş ile Türkiye arasında yan yana gelip işin özünü konuşmamaktan kaynaklanan bir tartışma ortaya çıkıyor.
       Denktaş “bu antlaşma bir bloktur, bana bunu al referanduma git, bunu imzala, detaylarını sonra görüşürsünüz dediler, ben bunu yapmam” diyor. Aslında Türk hükümetinin açıklamalarına bakarsanız, Türk hükümeti de bunu kabul etmiyor. Türk hükümeti de masaya oturmaktan yana; Türkiye’nin garantisi, kuzeye gelecek göçmenler sorunu, egemenlik konusu gibi konuları tartışmaktan yana. Türkiye de planın özünü tartışmak niyetinde.
       
       Defne Sarısoy: Plan üzerinde bir takım değişikliklerin yapılması konusunda bir mutabakat var aslına bakılırsa.
       
Faruk Sönmezoğlu: Tabii.


       Annan planında 4 adet başlık sayabilirim: garanti, mülteciler ve mülkiyetleri yerinden edilmişlerin yerine dönmeleri, egemenlik ve de toprak konusu. Türkiye’nin toprak konusunda orana bir itirazı yok ama bazı düzeltmelerin gerektiği düşüncesi hakim.
       Oysa Genel Sekreter üçüncü planda haritayı nihai saydı ve referanduma bunu sunacaksınız dedi. Bunların ışığında baktığınızda, aslında Denktaş’la Türk hükümeti şu anda tam konuşsalar bence aynı şeyi söylüyorlar bir anlamda. Ben Denktaş’ın söz konusu 4 ana maddenin de görüşülmesi şartıyla masada olacağını tahmin ediyorum. Her ne kadar görüşmeci yetkisini devrebilirse de, ben Denktaş’ın masada yerini alacağını düşünüyorum.
       
       Defne Sarısoy: Ankara ile Denktaş arasında esen soğuk rüzgarların aslında bir iletişimsizlikten kaynaklandığı söylenebilir bu durumda.
       
Faruk Sönmezoğlu: İletişim eksikliği oldukça diplomatik bir tanımlamadır. Bazen esas sorunlar olduğunda da, taraflar ‘aramızda problem var’ demektense ‘bir iletişim eksikliğidir’ der geçiştirirler. Bence Ankara-Denktaş arasında gerçekten de bir ‘iletişim eksikliği’ var, eğer taraflar söylediklerinin arkasında tam duruyorlarsa. Denktaş ‘o 4 konuyu konuşmak şartıyla gelirim’ derse, Türk hükümeti de örneğin; kuzeye geri göç 10 yerine 14 yılda olsun gibi detayları önermekten çekinmez.
       Kanımca, arada kan uyuşmazlığından ziyade bir ten uyuşmazlığı söz konusu.
       
       Defne Sarısoy: Sizce müzakere sürecinden 1 Mayıs 2004’e kadar bir sonuç çıkma olasılığı var mı?
       
Faruk Sönmezoğlu: Ben bu tarihte bir sonuç çıkabileceği kanaatinde değilim.
“ABD, İngiltere, AB sadece Türk tarafına yaptığı “bu sorunu çözün” baskısının bir kısmını da Rum tarafına göstersin. Daha net olarak, AB Rumlara ‘bu sorunu halletmeden giremezsiniz’ demiyor.”

        Bu neden olamaz? Bu tür görüşmelerde, eğer taraflar bir zeminde birbirlerine yaklaşacaklarsa, birbirlerine yaklaşmaları için motivasyon olması lazım. Türk tarafının motivasyonu var, özellikle Türkiye’nin motivasyonu çok net. Ayrıca bu anlaşmaya Kıbrıs halkının yarısı da en azından gönüllü olduğunu gösterdi. Bence Kıbrıs halkının hükümet partilerine oy atan diğer yarısı da oy verirken, hiçbir zaman AB çerçevesi dışında kalmak istemiyorlar, genel olarak ‘haklarımızı koruyarak gidelim’ diyorlar.
       Ancak çözüm sağlanacak ise, Türk tarafında var olduğunu düşündüğüm çözüme yönelik bu iradenin, tabii ki, aynı zamanda Rum ve Yunan tarafında da olması lazım. İşte bu durum biraz şüpheli. Ben burada inanınız Rum tarafını fazlaca eleştirmiyorum; Papadopulos’un durumunda olsanız, daha önce Klerides de aynı durumdaydı, AB’nin plan kabul edilsin edilmesin, referaduma sunulsun sunulmasın, Güney Kıbrıs’ı aldığını düşünürsek motivasyon eksikliği gayet normal. Motivasyonsuz ya da karşılıklı kazanımsız olarak taviz vermesi durumunda, görüşmeci kişinin siyasi kariyeri söner, ülkesinde vatan haini ilan edilir. Bunu yapmasını beklemek gerçekçi değil.
       
NASIL BİR ÇÖZÜM?


       ABD, İngiltere, AB, BM ve genel olarak dünya kamuoyu, sadece Türk tarafına yaptığı “bu sorunu çözün” baskının bir kısmını da Rum tarafına göstersin. Daha net olarak, AB Rumlara ‘bu sorunu halletmeden giremezsiniz’ demiyor. Türk tarafına ağırlıklı olarak yüklemekten öte, Mayıs öncesi bir çözümün AB üyeliğine herhangi bir katkı yapmayacağının AB tarafından kabul edilmesi, Rum tarafına büyük bir avantaj sağlamaktadır. Kimse ‘sorunu halledin gelin’ demiyor. Türk tarafına ancak Annan planı çerçevesini kabul ettikten sonra, sadece detaylarda pazarlık yapma şansı kalıyor. Örneğin Ada’da bulundurulacak tankların 49-50 yerine 49-52 tane olması gibi. Bunlara itiraz edilebilir, ama bunlar toprak, egemenlik, Türkiye’nin garantisi, yerinden olmuş olan insanların yerlerine dönmeleri ve mülkiyet sorunları gibi temel sorunların çözümleriyle ilgili hiçbir değişiklik yaratmaz.
       Bu konuda bence çok önemli bir nokta daha var: Türkiye kendisine önerilen Annan planından daha küçük bir toprağı bile kabul edebilir bence. Eğer ki diğer şartlar sağlanabilirse. Diplomatik ilişkilerde temel mantalite, herkesin daha ihtiyacı olan, daha aç olduğu noktada tatmin edilmesini sağlamak. Yunanlılar toprak konusunda aç, mülteciler konusunda hassasiyetleri var. Türkiye’nin de Türkiye’nin garantisi, egemenlik gibi konularda hassasiyeti var. Tavizlerin bu noktalara odaklanması lazım. İki bölgelilik açısından, mültecilik ve mal sorunlarının çözümünün nasıl yapılacağı çok önemli.
“Yunanistan’ın toprak ve mülteciler konusunda, Türkiye’nin ise garantörlük ve egemenlik konularında hassasiyeti var. Tavizlerin bu noktalara odaklanması lazım.”

        Kilit nokta şudur, daha önceki Butros Gali planında olduğu gibi göç ve de mülkiyet sorunlarının çözümü bir defada halledilebilir. Bu noktada Türk tarafının elinden gelen gayreti göstererek Rum tarafının tüm isteklerini tatmin etmeye çalışması gerek, önce bir takas yapılır, tabii Kuzey’deki Rum malları daha fazla olduğu için Türk tarafı borçlu duruma gelir, bunun belli bir şekilde ödenmesi için gayret sarfedilir. Ama bu bir defada yapılır ve de bir defada yapılması gerekir.
       Neden? Çünkü Annan Planı’ndaki sistem bunun süreç içerisine bırakıyor ve süreç içine oturtulması demek, AB içerisinde olduğunuz bir dönemde, ihtilafların son kertede AB camiası içerisinde çözüleceği bir zemine bırakmanız demek. Bu zeminde kaldığı zaman ise, Yunanistan’ın ve federal Kıbrıs devleti üzerinde hakimiyeti olan ve yoruma muhtaç bütün konuları kendi lehine yorumlayabilecek Rum tarafının birer üyesi olduğu bir AB ile karşı karşıyasınız demektir. Dolayısıyla, Rum tarafının, konuları kendi istediği yöne çekme imkanı, süreç içerisinde çok büyüktür. Ben bir defada diplomasi masasında çözüldüğü zaman, sorunun hallolacağı düşüncesindeyim.
       
       Defne Sarısoy: Türkiye’nin Kıbrıs’ta çözümü bir anlamda AB’ye üyelik sürecine endekslediği yönünde bir görüş var. Sizce müzakere tarihinde güvence için yapılacak pazarlıklar çözüm için yararl olacak mı, çözüme bir katkı sağlayacak mı?
       
Faruk Sönmezoğlu: İzninizle ben iki ayrı yanıt vereyim. Önce hükümet adına düşündüğüm zaman nasıl görüyorum diye bakacağım, sonra kendi kanaatimi dile getireceğim. Benim gördüğüm kadarıyla, hükümet esas itibariyle AB vizyonu içerisinde Kıbrıs sorununun önemli bir engel olduğunu kabul edip, bu sorunu daha çok tarih almakla senkronize etme düşüncesi içerisinde. Ancak AB Türkiye’ye, Kıbrıs sorununu aynen Annan Planı dahilinde çözerseniz, kesinlikle 2004 sonunda tarih veriyoruz da demiyor, böyle bir durum kesinlikle söz konusu değil. Böyle bir düşüncenin pratik anlamda bir geçerliliği veya Avrupa açısından uygulanabilirliği yok.
       Ben kişisel olarak bu pencereden baktığım zaman da Ankara’nın ihtiyatlı olması gerekir diye düşünüyorum. Neden? AB’nin kendi içerisinde tarih verilmesi etrafında çok ciddi tartışmalar var. Türkiye belli bir doğrultuda ilerliyor gibi ve 8-10 sene sonra AB’ye girdi diyelim. Ama o zaman belki de AB’nin dış mahallesine girmiş olacağız. Bir zamanlar konuşulan 3 vitesli AB, merkez ülkeler, onun etrafında ikinci kuşak ve yeni katılan üçüncü kuşak. AB’ye girdiğimizde belki de birliğin “dış mahallesine” dahil olacağız. O zaman, onca “fedakarlığı” yaptıktan sonra, biraz da olsa kendimizi aldatılmış hissetmez miyiz? Bu, Kıbrıs konusunun AB olsun olmasın çözüme kavuşması gerektiği hususunun altını çizmek için bir kurgulamadır.
       
ÇÖZÜM İÇİN ÇÖZÜM
“AB Türkiye’ye, Kıbrıs sorununu aynen Annan Planı dahilinde çözerseniz, 2004 sonunda tarih veriyoruz demiyor, böyle bir düşüncenin pratik anlamda Avrupa açısından uygulanabilirliği yok.”

        Kanaatimce, AB hiç söz konusu olmasa dahi dünyayla barışık yaşamak isteyen bir Türkiye’nin, izole kalmak istemeyen bir Kıbrıs’ın çözümden yana olması gerekiyor. Kimilerinin çözüm AB için yapılıyor diye yorumlaması tabiidir, ancak çözüm, “çözüm için” olmalıdır. Tarafların birbirlerine karşılıklı adım atması anlamına gelen, orijinal tezlerden bazı fedakarlıklar karşılıklı olarak yapılmalı. Ve bu şekilde çözülebilseydi çok güzel olurdu bence. Ama şu anda maalesef, öyle bir konjonktürdeyiz ki, Kıbrıs sorununu AB’den tarih alınması çerçevesi dışında, kendi değişkenleri içerisinde tartışan kimse yok. Kıbrıs AB’ye girerse, bizim stratejik çıkarımız olabilir mi, bunun hukuki dayanağı yok deniyor. Bu çok yanlış. 1960 anlaşmalarının nasıl ortaya çıktığını biraz düşünmek lazım.
       Ben her konuda tarihe atıfta bulunan bir insan değilim ama tarihsel bakışı da tamamen kaybedersek, hele Yunanistan gibi tarih bilinci çok güçlü olan bir topluma karşı, işler aleyhimize döner. 1914’te İngiltere’ye bırakılmıştır fiilen, ondan sonra bu durum hukuki olarak Lozan’da Türkiye tarafından kabul edilmiştir. Sonra bu konu 1960’ta gündeme geldiği zaman, Türkiye vaktinde kendi aleyhine feragat ettiğinin altını çizerek, “bu coğrafyada Yunanistan’la bizim aramızda bir denge var, siz burayı Yunanistan’a bırakırsanız, Lozan’da kurulan bu dengeyi bizim aleyhimize bozmuş olursunuz” görüşünü savundu. Dolayısıyla bu dengeyi korumamız lazım. Rum hakimiyetinde bir Kıbrıs, ikinci bir Helen devleti -ki Helen sözcüğünü Yunanistan’da sol partiler bile çekinmeden telaffuz ediyorlar- Türkiye’nin stratejik anlamda çıkarlarına ters düşer. Hatta, uluslararası hukuk açısından da Türkiye’nin bu konuyla ilgilenmesi 1960 statükosundan kaynaklanan hakkıdır.


       
       Sanıldığı gibi Türk etnik grubunu korumak için değil, kendi hukuki hakkını aramak için Kıbrıs’tadır. Türkiye’nin oradaki çatışması, kurucusu olarak imza koyduğu 1960 anlaşmalarının bir gereğidir. Ve bu hukuki temel, diğer 4 devlet tarafından da kabul edilir. Kıbrıs Türkü’nün tamamı da karşı fikri ilan etse, en azından 1960 anlaşmaları gereği Türkiye’nin Ada’da hak iddiası meşrudur ve Türkiye bu hakkını stratejik ve hukuki anlamda kullanabilir. Kimi zaman askerler meseleye güvenlik yönüyle bakarak, söz konusu hakkı stratejik hak olarak görseler de, Kıbrıs’ta Türkiye’nin hakkı temelde hukuki bir haktır. Bunu siz savunmayıp unutursak, o zaman da kolay kolay kullandırmazlar.
       
       Defne Sarısoy: Eğer 1 Mayıs 2004’te Kıbrıs’ta bir çözüm olmazsa, Türkiye adına hem AB, hem Kıbrıs konusu tıkanır diyebilir miyiz?
       
Faruk Sönmezoğlu: Türkiye kötü bir duruma düşebilir. Bunu Loizidiu davası sonuçları açısından, AB ülkeleriyle gerek üyelik sürecinin işlemesi, gerekse onun dışında çıkacak bazı hukuki sonuçlar açısından, gerekse ABD güvenlik konseyi açısından belirtiyorum. Türkiye’nin büyük sıkıntılar yaşayacağı doğrudur, fakat AB de çok büyük bir sıkıntı yaşayacaktır. Verheugen’in ‘Türkiye bundan çok büyük zarar görür’ demesi, aslında tek taraflı bir ifade ve tamamen bizim adımıza duyduğu endişeden kaynaklanmıyor.
       Mayıs’ta çözüm olmaz ve Kıbrıs AB’ya dahil olur ise, AB çok net olarak savunduğu ilkeleri ayaklar altına almış olacak. Problemli olan ülkeyi almamak doğrultusunda Romanya’ya, Bulgaristan’a, Macaristan’a, Slovakya’ya uyarılar vermişti. Söz konusu ihtilaflar da Kıbrıs sorununun 10’da 1’i canlılık ve hassasiyet taşıyan meselelerdi. Küçük problemleri dahi dikkate alan AB, diğer üyelere “bu sorunları çözmeden giremezsiniz” derken, Türkiye ile Yunanistan’a “Ege sorununu halledin” derken, Kıbrıs’ı nasıl savunacak. Sorunlu olan ülkeleri almamayı vaadetmiş bir topluluk olarak Kıbrıs’ı alırsa, Kıbrıs AB açısından kolay yutulabilir bir lokma olmayacak. Türkiye’nin işgalci duruma düşeceğini söylüyorlar, bence bunun hukuki bir pratiği yok, bir yorum meselesidir.
       Öte yandan, AB de AGSK birliği konularında karmaşık süreçlerde Türkiye ile çok ciddi krizleri yaşayacağı süreçler içine girecektir. “Avrupa güvenliği” kavramı AB için yeni bilinmeyenler üretecektir. Kısaca Kıbrıs sorunun çözülememesi, AB’yi de köşeye sıkıştıracak ve Mayıs sonrasında hukuki açmazlar yaratacaktır.


       
       Ama ben şunu kabul ediyorum, eğer çözüm bulunamazsa tabii ki Türkiye bundan çok büyük sıkıntı duyacak. Bir şirketi yönetmenin karlılık mantığı gibi kar maksimizasyonu mantığıyla yaklaşılabilir, bu bir tercihtir. Ama ben siyasetin sadece böyle tercihlerden ibaret olmadığı kanaatindeyim..
       Türkiye’nin AB ve Kıbrıs sorunuyla ilgili ve Türkiye-Yunanistan sorunuyla ilgili olarak Annan Planı’nın bütünüyle kabul edilemeyeceği, metin içerisinde şu veya bu özlü değişiklikler yapıldığı takdirde görüşeceğini, mutlaka toprakta belirli ölçüde mevcut durumdan taviz vererek bir çözüme gideceğini söylemesi, ama 1974’ten öncesini tümüyle kabul edemeyeceğinin altını çizerek ve sonrasını AB’nin karar süreçlerine bırakması gerekiyor. Burada bir risk payı var. Ama siyasette sıfır risk bence mümkün değil.
       
       
 
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları