Home page
Haber Menüsü


 
Herkesin bir Antarktikası var
 
Son bir yılda dünya öylesine zor günler geçirdi ki... Ve biz Türkler, öylesine büyük sıkıntılara göğüs gerdik ki. İster istemez geriye dönüp elimizden uçup gidenlere bakıyor, “nerede hata yaptık?” sorusunu soruyoruz kendimize.
 
Ahmet Yeşiltepe/New York
NTV-MSNBC
 
12 Mayıs—  Halbuki, isteyerek bilinçle geriye dönmeli ve “nerede hata yapıldığını” artık sorgulamalıyız. Öyle pişmanlık içinde, duygusallığa teslim olmadan yapmalıyız bunu. Bilimsel metodlara başvurarak, akademik sistematiği kullanarak “sorgulamalıyız” hatalarımızı. Dersler çıkarmalı ve bunu kuşaklar boyunca anlatmalıyız.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 


e-posta göndermek için resmin üstüne tıklayın.
       Amerikan toplumunun her siyasi ve ekonomik kriz sonrasında yoğun biçimde odaklandığı “What went wrong?”,”Yanlış giden neydi?” sorunsalı,aslında kurumsallaşmış bir yapılanmanın ilk temel taşıdır. “Sorun”un yerine, üzerine gidip açmazı “açmayı”,yani “sorunsal”ı benimseyenlerin akademik metodları, nihayetinde çoğu “think-tank” ya da Türkçe karşılığıyla “düşünce kuruluşunun” inşa edilmesini sağlamıştır.
       Türkiye, 2000 yılının Kasım ayında ve 2001’in Şubat’ında yaşananları mutlaka bilimsel bir incelemeye tabi tutmalıdır. Sonrasında meydana gelen toplumsal hareketler ve uygulanan kriz yönetimi de bu incelemenin içinde yer almalıdır.
       İlk temel taşının konulacağı bu girişim, sonunda bizi, belki “Kriz Türkiyesi”nin adamakıllı ders olacağı bir kurumsallaşmaya, kuşaklar boyunca sorgulanacağı bir Enstitü’ye götürecek. Belki, iflah olmaz toplumsal bellek kaybımız, böyle bir kurumsallaşmayla en azından bu korkunç krizi girdabına alamayacak. Belki, krizin sloganı bu şekilde gerçeğe dönüşecek ve umulmadık, yeni fırsatlar doğuracak.
       Amerika 30’lu yıllarda yaşadığı ağır ekonomik bunalımın ardından dev bir ülke olarak geri döndü. Krizin sorgulandığı onlarca enstitü, düşünce kuruluşu halen çalışıyor. Halen o dönem sorgulanıyor. Krizin nasıl yönetildiği, “New Deal”, toplumsal değişimler, sendikal haklar, tüketici hakları ve yeni piyasa düzeni, tüm bunlar halen bilimsel alanda başlıbaşına bir sorunsal, yeni açılımları doğuran bilimsel araştırmaların konuları. 70’li yıllarda yaşanan petrol krizi ve sonrasındaki gelişmeler de bugün üniversitelerin ekonomi, tarih, felsefe ve sosyoloji bölümlerinde kürsü adlarına dönüşmüş. Üzerine dersler veriliyor araştırmalar yapılıyor.Amerika “unutmuyor”, “unutturmuyor”, Türkiye’nin bence bundan ders çıkarması gerekiyor.
       
KRİZ YÖNETİMİNDE LİDERLİK
       Türkiye’de krizin nasıl yönetildiği, daha doğrusu “yönetilip-yönetilmediği” ciddi bir tartışma konusu. Fakat ortaya bir ekonomik program konulduğu ve bu programın krizin en azından ekonomik boyutuna çerçeve kazandırdığı bir gerçek. Yani krizin ekonomi ayağı “birileri” tarafından yönetiliyor. Buradaki lider isim Kemal Derviş, ya da hükümet adına uygulayıcı kişi Derviş.
       Krizin toplumsal boyutunu hükümet ortaklarının üç lideri yönetiyor. Başbakan Ecevit bu bağlamda uygulayıcı kişi. Bunlar bizim liderlerimiz,çünkü bizim adımıza bizim hesabımıza ve iyiliğimize uygun biçimde krizi yönetmek zorundalar. Ya da olması gereken bu...!
       Yanısıra iş dünyasında da “patronlar”, “ağababalar” krizi kendi kar realizasyonlarına göre yönetiyorlar. Burada durum biraz farklı. Çünkü iş dünyasında kriz, bizleri kurtarmak adına değil “patronu” kurtarmak adına yönetiliyor. O halde patronların bizim liderlerimiz olmadığı, onların bizim sadece “işverenimiz” olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Zaten Türkiye’de son bir yılda bankacılık sektöründen 50 bine yakın kişi, medyadan ise 6 bin civarında kişi işsiz kalmışsa çalıştığımız işyerlerinin sahibi elbette “lider” olamaz. Onlar olsa olsa, kendilerini kurtamaya çalışan “patronlardır”. Halbuki çağdaş dünyada durum öyle mi...?
       Çağdaş dünyada artık “patron” yok. Elini taşın altına koyan, sorumluluğu paylaşan, krizde poziyonunu (ya da yönetici kimliğini) değiştirmeden yoluna devam edebilen, yaptığı işin sonuçları üzerine hesap veren, kötü sonuçlarına katlanan, kaçmayan ve kendinden önce takım arkadaşlarını kurtaran, “kaptanlar”, takım liderleri var. Türkiye’de örneğine pek az rastladığımız cinsten bir “karakter” bu. Krizde çalışanına yolu gösteren “lider” eninde sonunda kendisi de o tekneye biniyor, çünkü hazırlıksız yakalanmış. Planlama yeteneği olmayan kişiye “liderlik” şansı tanınmıyor. İş dünyasında dünyasında durum böyle.Ya politikada?
       
AMERİKA’DA “DURUMSAL” LİDERLİK
       11 Eylül saldırıları sonrasında bazıları Amerika’da mecburen “takım lideri” ilan edildi, her ne kadar kalibrasyonu yetmese de. Kimileri George W. Bush gibi “evliya” ilan edildi, “lider” ilan edildi, her ne kadar kişiliği buna müsait olmasa da...
       Ancak durum öyle vakit kaybına tahammül gösterecek kadar basit değildi. “Corporate America”, yani bu ülkenin asıl sahibi “patronlar” biraraya gelip bir kukladan “kahraman” yaratmayı başardılar, hem de iki günde. Sahip oldukları gazete ve televizyonlardan “Bush’a yüzde 100 halk desteği” anketleri yayımladılar, savaşın kaçınılmaz olduğunu işlediler ve önceden belirlenmiş hedefleri işaret ettiler.
       Kendi seçtirdikleri adamı Ağutos ayında her mecrada şamar oğlanına çeviren (ki böyle bir örneği daha önce Dan Quayle’de de görmüştük) ve bundan pek büyük keyif alanlar 12 Eylül sabahı hızla tornistan ettiler. Yapılan basitti, klasik bir Amerikan yutturmacası, adı; Kahramanını Tanı...! 24 saatte George W. Bush Amerika’da, belediye başkanı Rudolph Giulliani de New York’ta kahraman ve “gerçek liderler” ilan edildiler. Huyundan-suyundan ya da geleneğinden, Amerikan toplumu “idolleştirme” ya da “heroism”, kahraman yaratma mekanizmasına her defasında hızlı ve olumlu tepki verir. Beyzbolda, futbolda, savaşta, barışta...
       Bireysel kahramanlıkların idealize edilmesi, hep gerçekleşeceğini umut ettiğiniz “Amerikan Rüyası”nın başrol oyuncusunu bulmak içindir. “Bak, onun kolayca sahip olduklarına sen de sahip olabilirsin, inan ki kolayca” der Amerikan Rüyası... Her an başınıza gelebilecek “güzel şeyler”e hazırlıklı olmanız gerekir! Kendinizi “o kahramanla” rahatlıkla özdeşleştirmeniz için her türlü taklayı atar egemen. Sadece sizin elinizdedir “kahraman” olmak. Bire bin katarak anlatılır bireysel başarılar. Hadi daha insaflı olalım; otokratik, Churchill ya da bizden bir örnek Fatih Terim tarzı liderlik tam Amerikan Rüyası’na uygun kahramanlardır. Olmasanız ne yazar, sadece 24 saat yeter kahraman makyajı için... Herkese uygun bir tür kahramanlık mutlaka mevcuttur bu ülkede.
       Bush,Türkiye’deki iş dünyasında örneklerine sıkça rastladığımız türden “patron” ya da “patron adamı”dır. Ancak lider olmak ayrı bir şeydir, hele ki katılımcı niteliklere sahip “takım lideri” olmak. Ve bunu bilen, üzerine bilimsel araştırma yapan kitap yazan kişi sayısı bu ülkede tahmin edilmeyecek oranda, epey fazladır. Hele şu fırtına geçsin, hele sular durulsun bakalım, Bush hakkındaki “balçıkla sıvanamayacak” gerçekleri o zaman okumaya başlayacaksınız. “Durumsal liderlik” sona erdiğinde, “Zoraki Şerif” dönemi tamamlandığında.
       
KRİZ Mİ LİDERİ, LİDER Mİ KRİZİ...?
       Krizler elbette bazılarındaki liderlik özelliklerini ortaya çıkarıyor. Ancak mesele, normal koşullarda uyguladığınız sistematiğin krizlerde de başarıyla sürmesi. Çağdaş yöneticilik, güçlü işletmecilik anlayışı artık “verimlilik” üzerine kurgulanıyor. “Otokratik” olmadan da başarıya ulaşabiliyor, normal dönemlerde uyguladığınız “katılımcı modeli” her koşul ve süreçte ortaya koyup verimlilikte hedeflerinize varıyorsanız, siz lidersiniz. Amerikalıların rüyalarındaki iyimserliği değil, elinizdeki potansiyeli bilen ve onun yarattığı iyimserliği yitirmeyenlerdenseniz, siz gerçek bir takım kaptanısınız.
       Evet, kriz yönetimi epey zor bir iş, lakin asıl zor olan hiç kriz sürecine girmemişcesine yolunuza devam etmeniz. Katılımcı liderliğinizden ödün vermeden, “şimdi koşullar değişti” kolaycılığına başvurmadan yolunuza devam etmeniz... Yarı yolda çalışma arkadaşlarınızı denize atmadan, sorumluluğu paylaşıp, iyimser enerji yaratıp “ilkelerden” vazgeçmeden, inatla aynı tempoda yola devam etmeniz. Var mı böylesi? New York Times’ın “en çok satan kitaplar listesine” göre var, Sir Ernest Shackleton.
       
SHACKLETON VE YENİ LİDERLİK ANLAYIŞI
       15 Şubat 1874’de İrlanda’da Dublin’in işçi mahallelerinden birinde dünyaya gelen Ernest Shackleton 16 yaşında okulu terkedip dünyayı keşfetmek üzere ticari gemilerde çalışmaya başladı. Gemicilikte uzmanlaşan ve daha sonra evlendiği zengin bir ailenin kızıyla ortak şirket kuran Shackleton kazandığı parayla Güney Kutbu’na keşif seyahatleri gerçekleştirdi. Bunlardan en ünlüsü ve Shackleton’ı dünyaya tanıtan 1914’de başlamış olduğu seyahattir.
       Haritalarda Falkland takım adalarının doğusunda göreceğiniz Güney Georgia adası bu seyahatin ilk durağıydı. Arjantinli ve diğer Güney Amerikalı balina avcılarının dinlenme istasyonu olarak kullandıkları bu adadan “Endurance” isimli gemiyle 5 Aralık 1914’de ayrılan Shackleton bir buçuk ay sonra Antarktika sahilerine ulaştı.
       İlk etapta kutbun merkezine doğru yürüyüşe başlayan gemideki keşif ekibi soğuktan ötürü ağır hastalıkların ortaya çıkması nedeniyle merkeze 97 mil kala geri dönmek zorunda kaldı. Bu konudaki karar Shackleton’a aitti. O, kimsenin ölmesini ve keşif seyahatinin böylesine ağır bir faturaya değmeyeceğini düşünüyordu.Öyle zordu ki verdiği karar, yaşamının tutkusu haline gelen bir hedefi başkasının yaşamı için o anda feda etmek durumunda kalıyordu.
       Ardından daha kötü bir sürprizle karşılaşıldı. Endurance, 27 Ekim 1915’de Weddell Denizi’nde buzlar arasında sıkıştı ve buzların arasında parçalanıp battı. Shackleton ve beraberindeki 27 kişiden oluşan mürettebat 5 buçuk ay süreyle tek bir bitkinin olmadığı buzla kaplı bir alanda branda çadırlarda yaşamak zorunda kaldılar. Sonunda gemiden kurtarabildikleri filikalarla Güney Kutbu’nun kuzeybatı ucundaki Fil Adası’na ulaşmayı başardılar. Oradan Shackleton 5 adamıyla beraber 800 millik mesafeyi tek filikayla aşıp yeniden Güney Georgia adasına ulaştı. 17 günde okyanusu aşıp Georgia’ya çıkan ekip daha sonra yardım alarak Fil Adası’na geri döndü.
       Yaklaşık 1 buçuk yıl süren bu inanılmaz keşifte her türlü olumsuzluğa,hatta aşılması imkansız denebilecek engellere karşın Shackleton ve ekibi tek bir kayıp vermeden İngiltere’ye geri dönmeyi başardılar. Uygarlıktan bin 200 mil uzakta, yaşam umudunun her gün giderek yok olduğu 18 ay.
       İmkansızı başaran bir liderlikti ortaya konan. Shackleton geri döndükten kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı başladı. Bu nedenle yaşadığı deneyim ve ortaya koyduğu liderlik örneği savaşın karanlık gölgesi altında kaldı.
       
WALL STREET SHACKELTON’U KEŞFETTİ
       1998 yılında Wall Street Journal’de Shackleton’ın liderlik sırlarına ilişkin bir makale yayımlandı. O’nun uyguladığı, bilinçli ya da bilinçsiz uyguladığı metod diğerlerinden çok farklıydı. Herşeyden önce, daha insaniydi. Hepsinden öte, mottosu, “inançla iyimserliğin” bileşimiydi. İnsana inanıyor, onun yapacaklarına olan güvenle iyimser bir enerji ortaya çıkıyordu. Shackleton, sabah akşam para hesabı yapan, kazanç hummasıyla yaşayan Wall Street brokerlarına unuttukları bir şeyleri hatırlattı. Lider olmanın farklı bir yüzüydü karşılaşılan...
       Bizim açımızdan ilginç olan bir başka unsur ise makalenin yazarıydı. Uzun yıllar Türkiye’de yaşamış, Nazım Hikmet’le ilgili bir belgesel hazırlığı içinde olan Stephanie Capparell’di bu yazıyı kaleme alan. Cumhuriyet gazetesinde, 90’lı yılların başında çalışan bir yazarla kısa bir beraberliği olmuş, Türkiye’yi biraz küskün biraz acıyla terketmişti. 1998’de bu makalesiyle Wall Street’te bir yıldız gibi parladı Stephanie.
       Dünyanın finans kalbinde, New York’ta Shackelton-mania yaratmıştı. TheStreet.com’un kurucusu, Donanma Bakanı, Apollo 13’ün komutanı yaşamları boyunca kendilerine Shackleton’u örnek aldıklarını açıkladılar....! Öyle bir rüzgar esti ki sonunda Stephanie, Wall Street Journal’deki editörlük işini bırakıp Margot Morrell’le birlikte o “müthiş” liderin, takım kaptanının kitabını yazdılar. Bize çağdaş yöneticiliğin, yeni liderliğin kapılarını açtılar.
       Ardından geçtiğimiz Mart ayında Amerika’nın kamu televizyonu PBS, 3 saatlik bir Shackleton belgeseliyle karşımıza çıktı. Ancak en büyük sürpriz, medya devi Hearst’ün televizyon kanalı A&E’den geldi. İki bölüm halinde hazırladığı toplam 4 saatlik bir dramayı Nisan ayında ekranlara taşıdı A&E.
       Filmin başrolünde ise günümüzün en iyi Shakespeare oyuncularından Kenneth Branagh vardı. Shackleton’u başarılı bir performansla canlandıran Branagh, bu rol için hayatındaki “en zor ve en anlamlı rol” tanımını kullandı. Keneth Branagh da “kahramanlığın” gerçek takım kaptanlığından geçtiğini belirterek “lider olmak aslında insanı anlamak ve insani olanı bilmekle başlıyor” diyor.
       Nihayetinde geçtiğimiz yıldan bu yana New York Times’ın “en çok satanlar” listesinde yeralan “Shackleton’s Way” bu yazının ilham kaynağı oldu. Ilık bir bahar gecesinde Queens’in meşhur Yunan mahallesi Astoria’da, sımsıcak bir Yunan balık lokantasında Stephanie Capparell’le Türkiye’yi ve “oradaki” liderleri konuştuk.
       
İYİMSER OL...
       Stephanie önce, lider olmanın dayanılmaz çekiciliğini ancak zorluğunu anlatıyor. Takım oluşturmanın, motivasyonun, beraber planlayıp beraber keşfetmenin ve beraber uygulamanın önemini tekrarlıyor. Aslında o bildik “kavram guru”larından değil... Wall Street’teki editörlük işine geri dönmüş.Yine de Shackleton’dan söz açılınca uzun uzun anlatmadan edemiyor.
       Bir başka tutkusu da Türkiye. Türkiye’den konuşunca bizim sorunlarımıza, bize ait “liderliğe” epey aşina olduğunu farkediyorsunuz. Bizimkilerin en önemli sorununun “dinlemek” olduğunu söylüyor.
       “Takım kaptanı dinler,öğrenir, duyduğunu değil ne demek istediğinizi anlamaya çalışır. Dinlemenin gücünü kullanmalıdır ‘gerçek lider’. Yanındakilerini tanır, onların neyi ne kadar yapabileceklerini bilir. Onlarla empati kurar. Sorumluluğu her aşamada paylaşır, lider olma sorumluluğundan zor anlarda kaçmaz. Hep iyimserdir ama boşuna bir iyimserlik değil bu... Teşvik eder.Riski sever ancak her türlü riske karşı hazırlıklıdır, onu elverişli hale getirir. Risk olmadan kendini boşlukta hisseder ama olabilecekleri planlamıştır. Kimseyi yarı yolda bırakmaz. En önemlisi asla umutsuzluğa düşmez, düşürmez”.
       Shackleton sürekli aynı sözcüğü tekrarlamış, en zor anlarda en zor dönemeçlerde; “never give up”, “asla vazgeçme”. Yanındakilere ve kendine güvenmiş. Bu güveni ortaya koyan bir iyimserliği çevresindekilere aşılamış. Mücadelenin keyifli yanlarını bulup, paylaşmış. Shackelton gerçekten de “olumlu” bir örnek...
       Türkiye’den sıkıntıyla sözettiğim için belki de, Stephanie bana armağan ettiği kitabın girişine kısacık şöyle yazmış “Be an optimist..!”, “İyimser ol...!”
       Bak bu doğru, lakin memleketimle ilgili iyimser olacak bir şeyler lazım bana... Çevreme bakıyorum. “Patron” ya da “patron adamları” olmamalı gelecek “liderlerimiz”. Artık takım kaptanları düşmeli yola... Gençler konusunda iyimserim, belki biraz bekleyecekler ama bir gün mutlaka gelecekler.
       “Shackelton’s Way”in girişinde Amerikalı yazar Thomas Pynchon’un dediği gibi; “Bekle. Herkesin bir Antarktikası var”.
       İyimserim...
 
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları