Home page
Haber Menüsü


Almanya’da Yahudi, İsrail’de Filistinli olmak....
Yahudilerin, herkese yönelttiği anti semitizm suçlaması aslında baskıyı mazur gösterme çabasından ibarettir.
Seamus Milne/The Guardian
9 Mayıs — Fransız Devrimi’nden bu yana, Yahudilerin ve solun kaderi, birbirleri ile hayli benzer bir seyir izlemiştir. Solun, sosyal adalet ve evrensel haklar konusundaki hassasiyeti, Avrupa’nın Hıristiyan egemen sınıfları tarafından dışlanmış Yahudiler ile belli bir bağ oluşmasına yolaçmıştır.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Karl Marx döneminden beri Yahudiler, solun değişik kesimleri üzerinde önemli bir rol oynamıştır. Rusya Devrimi’nin liderleri arasında da ciddi biçimde temsil edilmişlerdir. Zaten bu yüzden de Hitler, komünizmi kınarken, “Yuda-Bolşevik bir komplo” (Yahudilerin ve Bolşeviklerin ortak komplosu) ifadesini kullanmıştır. Sol, aynı zamanda Nazilere karşı yeraltı direnişini de örgütlemişti. Auschwitz ölüm kamplarını ele geçirip özgürlüğe kavuşturan da Kızıl Ordu’ydu. İngiltere’de de, 1930’larda Londra’nın doğusundaki Yahudileri, faşist çetelere karşı koruyan da soldu. Arap dünyasında Yahudiler, sol partilerin kuruluşunda önemli rol oynadılar ve dünydaki pek çok Yahudi toplumunda, değişen sınıfsal dengelere karşın, Yahudiler ilerici siyasi hareketlerde büyük ağırlığa sahiptirler. Buna, Filistinli dayanışma grupları da dahildir.
       Ama şimdi Sol, İsrail’in askeri işgaline ve Filistinlilerden kurtulma çabalarına karşı çıktığı için anti semitizm ile suçlanıyor. Filistin İntifadası ve Yahudi işgali sürdükçe sağcı yorumcular ve dini liderler, solu “Yahudi Karşıtı” bir önyargı ile hareket etmekle ve çifte standartlı hareket etmekle suçluyorlar.
       İngiltere Hahambaşı Jonathan Sacks da bu saldırılarını medyaya yöneltti ve İsrail’in yaptıklarının doğruluğunun sorgulanmasını, “Yahudi halkının varolma hakkını sorgulamak” ile eşit düzeye indirgedi. ABD’de de, Yahudilerin sola yönelttikleri eleştiriler, tüm Avrupa’nın siyasi sistemini içerecek biçimde genişletildi.
       Avrupa’da gizli anti semitizmin yükseldiğinden kimsenin kuşkusu yok. Özellikle de on yıl önce Avrupa’da komünizmin çöküşünden sonra... Bu eğilim, İkinci İntifada’nın başlangıcı ve Ariel Şaron’un İsrail’de başbakan seçilmesi ile daha da hızlandı. İngiltere’nin çeşitli yerlerinde Yahudilere yönelik fiziksel saldırılar önemli oranda arttı. Londra’da, geçtiğimiz günlerde bir sinagoga yönelik saldırı da gerçekleşti, ama yine de bu saldırılar siyah, Asyalı ve Müslümanlara yönelik saldırılardan, hatırı sayılır ölçüde daha azdır. Avrupa kıtasında aşırı sağın ilerleyişi ile birlikte , geçen yüzyılın en korkunç soykırımına uğramış bir toplumun kendini tehlikede hissetmesi, özellikle de geçen Salı günü İsrail’de meydana gelen bombalı saldırı benzeri saldırılardan çekinmesi doğaldır.
       Soldaki bazı unsurların, İngiltere’deki Yahudi toplumunun görece refah ve zenginlik içinde olmasından yola çıkarak, sosyal bir kanser olan anti semitizmin, başka tür ırkçılıktan daha az tehlikeli olduğunu savunması, elbette yanlıştır. Avrupa’nın mezarlıklarına baktığınızda, bunu çok iyi anlarız. Sol da, toplumdaki ırkçı akımların saldırılarından nasibini almıştır. Bu yüzden de anti siyonizm ile anti semitizim arasındaki çizgiye ve Ortadoğu’da adalet isterken Yahudilerin duyarlı olduğu konulara da dikkat etmelidir.
       Ama bu konuların hiçbiri ya da Filistinlilerin haklarını savunmanın, Yahudi karşıtı ırkçılık olarak algılanmasını da kimse mazur gösteremez. Bu saçma hakaret, İsrail’in işgal ettiği topraklarda gerçekleştirdiği zalimane uygulamaları mazur göstermek için bir bahane olarak kullanılmaktadır. Tüm kanıtlar, Yahudi karşıtı zehirin kaynağının aslında aşırı sağ olduğu ve zaten Avrupa’da hem Yahudilere hem de Müslümanlara yönelik saldırıları da bunların gerçekleştirdiğini ortaya koymaktadır. İslamcı aşırı unsurlardan gelen saldırılar da mutlaka bir tehdit oluşturuyor, ama Yahudi cephesinden yöneltilen en çılgın iddiaların sahipleri bile, solun bu saldırılarla bir ilgisi olduğunu söyleyemez. Medyada da İsrail’e yönelik eleştiriler, İsrail Devleti’ne değil, bu devletin Nablus, Ramallah ve Beytüllahim’de gerçekleştirdiklerine yöneliktir.
       Gerçek şu ki, İsrail’in 35 yıllık işgalini savunanların iddia ettiğinin aksine, bu devletin varlığı hiç bir şekilde tehdit altında değildir. Bazılarının savunduğu gibi kesinlikle “yalnız” da değildir. Çünkü İsrail’in güvenliği, dünyanın en güçlü devleti tarafından garanti altına alınmıştır.
       Öte yandan Filistinliler için, onların ulusal hakları ve bizzat varlıkları için, yakın ve gerçek bir tehdit mevcuttur. İsrail’in, Cenevre Sözleşmeleri’ni ihlal ettiği, yani savaş suçları işlediği yolundaki kanıtlar, son haftalarda Batı Şeria’da insan hakları örgütleri tarafından derlenmiştir. Ama buna karşılık İsrail, Birleşmiş Milletler direktifi ile Cenin’de araştırma yapmak isteyen heyete izin vermemiştir. Bu tavrından dolayı hiçbir zarar da görmemiştir. Bu zalimce güç kullanma olayını inkar etmekle İsrail’in kendisi anti Arap bir ırkçılık ve ‘İslamofobi’ örneği göstermiştir. İşte bu iki tehlike de Avrupa’nın sokaklarında boy göstermekte, üstelik Avrupalılar tarafından kibarca anti semitizmden daha çok kabul görmektedir. Solun bu tür bir baskıyı görmezden gelmesi düşünülemez. Zapatista lideri Marcos’un dediği gibi; “Almanya’da bir Yahudi, İsrail’de bir Filistinli olmak...”
       Geçen hafta, ABD Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçi Parti Grup Lideri ve Başkan Bush’un çok yakınındaki bir siyasetçi Dick Armey, İsrail’in işgal altındaki toprakları ilhak etmesi ve bu toprakların Filistinli sakinlerinin de kovulması çağrısında bulundu. Başka bir deyişle Arap nüfusun etnik temizliğini istedi. Bu sözleri çok az yankılandı, ama herkes biliyor ki, bu sözler İsrail’de halkın yüzde 40’ının ve hükümet üyelerinin savunduğu bir “nakil” fikri ile paralellik gösteriyor.
       Etnik temizlik, aslında İsrail’in ilk kez düşündüğü bir uygulama değil. 1948 ve 1967 yıllarında, iki kez Filistinlilerin toplu biçimde sürülmesini gerçekleştirdiler. Bu, zamanın İsrailli liderleri tarafından da belgelenmiştir, ama bu eylemin yarattığı göçmen nüfusun da, şu andaki çatışmaların odağında yeraldığını unutmayalım. Siyonist Projesi’nin en büyük hatası, Yahudilerin kendi kaderlerini tayin hakkının, başkalarının hakkını çiğneyerek gerçekleştirilmesi olmuştur.
       İki devletli bir çözüm, öngörülebilir bir gelecekte barışı güvence altına alabilmek için tek mümkün yoldur, ama bu çözümün kalıcı olabilmesi için, tarihi etnik temizlik yönteminin terkedilmesi gerekir. Bir devletin, Yahudi kökenli vatandaşlarına “ülkeye geri dönme hakkı” tanırken, zorla yurtdışına gönderilmiş Filistin kökenlilere bu hakkı tanımaması, ırkçılığa karşı alınmış değil, tam tersine ırkçılıktan yana bir tavırdır. Ve bu tavrın, İsrail’e de faydası dokunmaz.
       Son intihar saldırıları, Şaron’un terörün altyapısını ortadan kaldırmak amacına yönelik stratejisinin işe yaramadığını gösterdi. Bunun yerine işgalin altyapısını ortadan kaldırmaya yönelik bir strateji lazımdır. Bu, sadece Ortadoğu’da barışın yolunu açmakla kalmayacak, aynı zamanda Müslümanlar ve Yahudilerin ortak çıkarlarını daha iyi kavramalarını da sağlayacaktır.
       
       


       Çeviren: Zafer Arapkirli
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları