Home page
Haber Menüsü


Amerika’dan bir mektup :
Ne için mücadele ediyoruz?
The Washington Post gazetesinde 12 Şubat 2002 tarihinde yayınlanan mektubun Türkçe tam metni.
NTV-MSNBC
18 Şubat — Amerikan üniversitelerinde ve think-tank kuruluşlarında, etik, din ve siyasal bilimler alanlarında ders veren ve görev yapan üst düzeyde 60 Amerikalı entelektüel, 12 Şubat’ta bir açık mektup yayımladı. Amaçları, “Terörizme karşı savaşın neden gerekli ve adil olduğunu” açıklamak şeklinde tanımlanmıştı. Mektubun tam metnini Dilek Zaptçıoğlu’nun çevirisiyle yayınlıyoruz:

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Kimi zaman bir ulus kendisini silah kullanarak savunmak zorunda kalır. Savaş agır bir konu olduğu ve değerli insan hayatının feda edilmesini ve yok edilmesini içerdiği içindir ki, akıl, savaşı göze alanların bu eylemlerinin ardındaki ahlaki fikir yürütmeyi tam olarak açıklamalarını ve birbirlerine ve dünya kamuoyuna korudukları ilkeleri iyice anlatmalarını ister.
        Biz, bütün insanlar için hiçbir ayrım olmaksızın geçerli olan beş temel hakikatı onaylıyoruz:
       1. Bütün insanlar özgür doğmuştur ve onurları ve hakları açısından eşittir.
       2. Toplumun temel öznesi insandır ve hükümetin meşru rolü, insanın gelişiminin koşullarını korumak ve teşvik etmektir.
       3. İnsanlar doğal olarak hayatın amacı ve nihai hedefleri konusundaki hakikati aramayı arzu ederler.
       4. Düşünce özgürlüğü ile dinsel özgürlük, insanın zedelenemez haklarıdır.
       5. Tanrı adına öldürmek Tanrı inancına zıttır ve dinsel inancın evrenselliğine yapılmış en büyük ihanettir.
       
       Biz kendimizi korumak ve bu evrensel ilkeleri savunmak için mücadele ediyoruz.
       
ABD’li aydınlardan 11 Eylül değerlendirmesi

       
AMERİKAN DEĞERLERİ NELERDİR?
       11 EYLÜLDEN BERİ milyonlarca Amerikalı kendisine ve birbirine soruyor: Neden? Neden biz bu nefret dolu saldırıların hedefi olduk? Bizi öldürmeye çalışanlar neden bizi öldürmek istiyor?
       Ulusumuzun kimi zaman başka toplumlara karşı kendini beğenmişlik ve cehalet içinde davrandığını teslim ediyoruz. Ulusumuz zaman zaman yanlış yönlendirilmiş ve adil olmayan politikalar izledi. Bir ulus olarak biz ideallerimize göre yaşamakta gereğinden sık bir şekilde başarısız kaldık. Kendi toplumumuzun zaman zaman aynı (ahlaki) ilkelere uymakta başarısız kaldığını teslim etmeden, başka toplumları ahlaki ilkelere uymaya davet edemeyiz. Biz şu inançta birleştik ki - ve dünyadaki bütün iyi niyetli insanların bunu onaylayacağına da inanıyoruz - , bazı spesifik dış politikalarin doğru ve yanlışlarına yapılacak hiçbir gönderme, masum insanlarin kitlesel katliamını ne meşru kılabilir, ne de anlamlı hale getirebilir.
       Bunun ötesinde, bizimki gibi bir demokraside hükümet gücünü yönetilenlerin uzlaşmasından alır; politikalar en azından kısmen toplumun bir bütün olarak kültüründen, değerlerinden ve önceliklerinden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar bize saldıranların ve sempatizanlarının motivasyonu hakkında tam bilgi sahibi olduğumuzu iddia etmesek de, bildiklerimiz bize onların öfke ve şikayetinin herhangi bir politika veya politikalar dizisinin çok ötesine gittiğini gösteriyor. 11 Eylül katilleri en azından hiçbir özel talepte bulunmamıştır; bu anlamda katliam en azından kendisi için işlenmiştir. El Kaida´nın lideri 11 Eylül´ün “kutsanmış darbeleri”ni Amerika´ya, “dünyadaki küfrün başı”na karşı şamarlar olarak nitelemiştir. O halde açıktır ki, bize saldıranlar yalnız hükümetimizi değil bizim bütün toplumumuzu, bütün yaşama biçimimizi hedef almıştır. Öfkeleri temelinde yalnız liderlerimizin yaptıklarına değil, bizim kim olduğumuza yönelmiştir.
       
PEKİ BİZ KİMİZ?
       Neye değer veriyoruz? Birçok insan için, ki birçok Amerikalı ve bu mektubu imzalayanların birçoğu buna dahildir, Amerika´da bazen görülen kimi değerler cazip değildir ve zararlıdır. Bir hayat tarzı olarak tüketicilik. Özgürlük nosyonu olarak kural tanımamak. Birey nosyonu olarak yalnız kendi başarısı üzerine inşa edilmiş ve tümüyle bağımsız, başkalarına veya topluma pek az şey borçlu olan birey. Evliliğin ve aile hayatının zayıflaması. Artı, bu fikirleri acımasızca yücelten ve onları istensinler veya istenmesinler, dünyanın hemen her köşesine ışınlayan devasa bir eğlence ve iletişim makinası.
       Biz Amerikalıların 11 Eylülden önce de karşı karşıya olduğu temel bir görev, toplumumuzun bu cazip olmayan yönleriyle dürüstçe yüzleşmek ve onları iyileştirmek için elimizden geleni yapmaktır. Biz kendimizi bu çabaya vakfediyoruz.
       Aynı zamanda başka Amerikan değerleri - ki biz onları kurucu ideallerimiz ve yaşama biçimimizi en çok tayin eden değerler olarak görüyoruz - bunlardan oldukça farklıdır, ve onlar yalnız Amerikalılar için değil, dünyanın her yerindeki insanlar için de çok daha caziptir. Onların dördünden burada kısaca söz edelim.
       Birincisi, bütün insanların doğuştan insanlık onuruna bir hak olarak sahip olduğu inancıdır. Bu nedenle her insana bir araç değil amaç olarak davranılmalıdır. Amerika Birleşik Devletleri´nin kurucuları hem doğal hak geleneğine hem de bütün insanların Tanrı´nın suretine uygun yaratıldığına dair temel dinsel inanca dayanmışlar ve bütün insanların eşit onura sahip olduğu düşüncesini “isbat gerektirmeyen açıklıkta” bir ideal olarak kabul etmişlerdir. Aşkın insan onuru inancının en açık politik ifadesi, demokrasidir. Amerika Birleşik Devletleri´nde yeni nesillerde, bu düşüncenin en açık kültürel ifadeleri erkek ve kadınların, ve ırkını veya ten rengine bakılmaksızın herkesin onurunun eşitlenmesinin kabulü olmuştur.
       İkincisi, ki birinci ideale sıkı sıkıya bağlıdır, evrensel ahlaki hakikatlerin (ki ulusumuzun kurucuları bunlara “Tabiat ve Tabiatin Tanrısı´nın Kanunları” demişlerdir) varolduğu ve herkese açık olduğu inancıdır. Bu hakikatlere bağlılığımızın en güzel ifadelerinden bazıları, Bağımsızlık Bildirgemizde, George Washington´ın Veda Konuşmasında, Abraham Lincoln´ün Gettysburg Konuşmasında ve İkinci Başkanlığa Seçiliş Konuşmasında, ve Dr. Martin Luther King Jr.´un Birmingham Hapishanesinden Mektubu´nda bulunabilir.
       Üçüncü idealimiz: Hakikate bireysel ve kolektif olarak mükemmel biçimde erişemeyeceğimiz inancından hareketle, değerler hakkındaki çoğu fikir ayrılığımızın medeni davranış, başka görüşlere açıklık, ve hakikati aramada akılcı tezler gerektirdiğine inanırız.
       Dördüncü olarak düşünce ve din özgürlüğü gelir. Bu birbirine yakından bağlı özgürlükler bizim toplumumuzda ve başka yerlerde temel insan onurunun bir yansıması ve başka bireysel özgürlüklerin bir önkoşulu olarak kabul edilir.
       Bizim açımızdan bu değerlerle ilgili en çarpıcı yan, onların ayrımsız herkese uygulanıyor olmasıdır ve hiç kimsenin ırk, dil, tarih veya dinsel özellikleri yüzünden bu onur ve saygıdan ayrı tutulamayacağıdır. İşte bunun içindir ki, prensipte herkes Amerikalı olabilir. Ve gerçekten de herkes olmaktadır. Dünyanın dört bir yerinden insanlar, New York limanındaki bir heykelin özgürce nefes alma özlemi diye tarif ettiği şeyle bizim ülkemize geliyorlar, ve çok da kısa bir zamanda Amerikalı oluyorlar. Tarihsel açıdan hiçbir ulus çekirdek kimliğini - anayasasını ve diğer kurucu metinlerini ve aynı zamanda kendine bakışını - bu kadar doğrudan ve açıklıkla evrensel insani değerler üzerine oturtmamıştır. Bizim için bu ülke hakkındaki hiçbir gerçek daha önemli sayılamaz.
       Kimi insanlar bu değerlerin hiç de evrensel olmadığını, tersine Batı´nın büyük ölçüde Hrıstiyan medeniyetinden kaynaklandığını savunuyor. Onların tezine göre, bu değerlerin evrensel olduğunu iddia etmek, başka kültürlerin özelliklerini inkar etmek anlamına gelmektedir. Biz buna katılmıyoruz. Biz kendi medeniyetimizin başarılarını takdir ediyoruz, ama bütün insanların da eşit yaratıldığına inanıyoruz. Biz insan özgürlüğünün evrensel olarak mümkün ve istenir olduğuna inanıyoruz. Belli temel ahlaki hakikatlerin dünyanın herhangi bir yerinde de uygulanabılır olduğuna inanıyoruz. Biz, 1940´larda Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi´nin biçimlenmesine yardım eden seçkin uluslararası filozoflar grubu ile aynı düşünceleri paylaşıyoruz: Onlar sözlerini bitirirken, az sayıda temel ahlaki düşüncenin “insanın toplumun bir ferdi olarak doğasına içkin görülebilecek kadar” dünyada yaygın olduğunu belirtmişlerdir. Dr. Martin Luther King Jr.´un, evrensel ahlakın kolunun uzun olduğu, yalnız birkaç kişi veya şanslılar için değil, herkes için adalete doğru uzandığı yolundaki sözlerine katılıyor, bunu umut ediyoruz.
       Kendi toplumumuza bakarken, ideallerimiz ve hayata geçirilişleri arasında o çok sık görülen uçurumları biz de farkediyoruz. Ama savaş ve global kriz devrindeki Amerikalılar olarak, “Amerikan değerleri” olarak tanımlamakta fazla acele ettiğimiz şeylerin en iyilerinin yalnız Amerika´ya ait olmadığını, gerçekte insanlığın ortak mirası olduğunu, ve bu nedenle barış ve adalete dayanan yeni bir dünya topluluğu umudunun da temelini oluşturabileceğini görmekteyiz.
       
TANRI NE OLACAK?
       11 EYLÜLDEN BERİ milyonlarca Amerikalı kendine ve başkalarına bu soruyu soruyor: Tanrı ne olacak? Bu şiddette krizler bizi birincil ilkeler üzerine yeniden düşünmeye iter. Olanların dehşeti ve olabileceklerin tehlikesi üzerine düşünürken, birçoğumuz soruyor: Dinsel inanç problemin çözümünün mü bir parçası, yoksa problemin kendisinin mi?
       Bu mektubu imzalayanlar değişik dinsel ve ahlaki geleneklerden gelmektedir, buna seküler gelenekler dahildir. Biz, insan öldürmek veya ona eziyet etmek için Tanrı´nın otoritesine sığınmanın ahlakdışı ve Tanrı inancıyla zıt olduğu inancında birleşiyoruz. Birçoğumuz bizim Tanrı´nın yargı gücü altında olduğumuza inanmaktadır. Hiçbirimiz Tanrı´nın bazılarımızı başkalarımızı öldürmek veya zaptetmekle görevlendirdiğine inanmıyoruz. Gerçekte böyle bir davranış “kutsal savaş” veya “Haçlı seferi” şeklinde de nitelense, yalnız temel hukuk ilkelerini çiğnemekle kalmaz, Tanrı´yı insanın kendi amaçlarına alet eden bir idol haline getirdiği için dinsel inancın da bir yadsınması anlamına gelir. Bizim kendi ulusumuz bir zamanlar büyük bir iç savaşa girmişti, iki taraf da diğerine karşı Tanrı´nın kendi yanında olduğunu iddia ediyordu. 1865´teki İkinci Başkan Seçiliş Konuşması´nda Abraham Lincoln bunu şu basitlikte ortaya koymuştur: “Herşeye Kadir (olan Tanri) kendi amaçlarına sahiptir.”
       Bize 11 Eylülde saldıranlar, açıkça kutsal bir savaş yürüttüklerini söylemektedir. Saldırganları destekleyenlerin veya onlarla sempati duyanların birçoğu da Tanrı´nın ismini alet ediyor ve kutsal savaş iddiasını kucaklar gözüküyor. Fakat bu düşünce tarzının içerdiği feci yönü görmek için biz Amerikalıların yalnız kendi tarihimizi ve Batı tarihini hatırlaması yeterlidir. Hristiyan din savaşları ve Hristiyan mezhep şiddeti Avrupa´yı bir yüzyılın büyük bölümü boyunca parçalamıştır. Amerika Birleşik Devletleri´ndeki bizler, kısmen de olsa dinsel inançları adına cinayet işleyenlere hiç yabancı değiliz. Bu özel kötülük açısından hiçbir medeniyet lekesiz ve hiçbir dinsel gelenek lekesiz değildir.
       İnsanoğlu bilmek için soru sormak gibi temel bir dürtüye sahiptir. Tartmak, seçmek, ve neyi değerli bulduğumuzu, neyi sevdiğimizi bilmek için nedenler bulmak insani eylemin karakteristik özellikleridir. Neden doğduğumuz ve ölünce ne olacağımızı bilmeye yönelik olan ve bizi nihai hedefler aramaya sevkeden bu içgüdüsel arzu, birçok insan için Tanrı meselesini de içerir. Bu mektubu imzalayanlardan bazıları, insanoğlunun doğasından “dinsel” olduğuna, bunun Tanrı´ya inanmayanları ve örgütlü dine katılmayanları da içerdiğine, neyin önemli olduğu hakkında seçim yaptığına ve nihai değerler hakkında düşündüğüne inanmaktadır. Bu mektubu imzalayan herkes, dinsel inancın ve dinsel kurumların tüm dünyada sivil toplumun önemli bir temeli oldukları ve toplumda genellikle hayırlı ve iyileştirici sonuçlara yolaçtıkları, bazen de bölücü ve şiddete açık sonuçlar doğurabildikleri görüşünde hemfikirdir.
       Peki o zaman hükümetler ve toplum liderleri, bu temel insani ve toplumsal gerçeklere en iyi şekilde nasıl cevap verebilir? Bir cevap, dini toplum dışına itmek ve bastırmaktır. Başka bir olası cevap şekli, ideolojik bir sekülarizmi kucaklamaktır: dinin kendisinin ve özellikle dinsel inancın kamusal alanda ifadesinin özünde sorunlu birşey olduğu ön-yargısından yola çıkarak, toplumda dine karşı kuvvetli bir kuşkuculuğun veya düşmanlığın beslenmesi. Üçüncü olası cevap ise teokrasiyi kucaklamaktır: bir dinin, iddiaya göre tek doğru dinin toplumun bütün üyeleri için geçerli olması gerektiği ve bu nedenle devlette tam veya önemli bir destek ve teşvik bulması gerektiği fikri.
       Biz bu cevapların hiçbirine katılmıyoruz. Yasal baskı, yurttaşlık haklarını ve dinsel özgürlüğü radikal biçimde zedeler ve demokratik sivil toplum ile bağdaşmaz. İdeolojik sekülarizm topumumuzda her ne kadar yeni nesillerle arttıysa da, biz ona katılmıyoruz çünkü hem sivil toplumun önemli bir bölümünün kamusal meşruiyetini yadsır, hem de kişiliğin kendisinin önemli bir boyutu olduğunu düşündüğümüz bir şeyin varlığını bastırır veya onu yok sayar. Her ne kadar teokrasi Batı tarihinde (ABD tarihinde değil) varolmus ise de, biz ona hem toplumsal hem de teolojik nedenlerle karşiyiz. Belli bir dinin yönetime getirilmesi dinsel özgürlük ilkesiyle çatişır, ki bu temel bir insan hakkıdır. Buna ek olarak dinin hükümetçe kontrol edilmesi dinsel çatışmaya yol açabilir veya onu kızıştırabilir, ve belki hepsinden de önemlisi, dinsel kurumların canlılığını ve özgüllüğünü tehdit edebilir. Kendi inançlarının hakikatine tamamen inanan kişiler için bile, teolojik açıdan bakıldığında, başkalarının dinsel bilinç meselelerinde zorlanması dine karşı işlenmiş temel bir suçtur da, çünkü diğer insanları Yaratıcı´nın çağrısına tamamen özgürce ve onurlu bir şekilde cevap verme hakkını çalar.
       Amerika Birleşik Devletleri ideal haliyle dinsel inancın ve özgürlüğün, birbirini teşvik ederek birlikte yaşayabileceği bir toplum olma arzusundadır. Bizim seküler bir devletimiz vardır - hükümet görevlilerimiz aynı zamanda dinsel görevliler değildir - ama aynı zamanda Batı dünyasının açık farkla en dinsel toplumuyuz. Biz, dinsel özgürlüğe ve çeşitliliğe ve inanmayanların da hakkına derin saygı duyan bir ulusuz; ama aynı zamanda yurttaşları “Tanrı´nın altında, tek ulus” şeklindeki Bağlılık Yemini´ni de tekrarlayan bir ulusuz, ve mahkemelerinin bir çoğunda ve her parasının üzerinde “Tanrı´ya Güveniyoruz” (“In God We Trust”) sözünü yineleyen bir ulusuz. Politik açıdan kilise ile devlet arasındaki ayrımımız, politikayı kendine ait alanda tutmayı hedefler, devletin dini kontrol etme gücünü kısmen kısıtlar, ve kısmen de hükümetin kendisini, kendi üretmediği daha geniş bir ahlaki temel üzerinde meşrulaştırmasına iter. Ruhsal açıdan kilise ve devlet ayrımımız, dini din olarak bırakır, onun hükümet gücüne doğru uzanıp ona ortak koşmasını önler. Kısacası, biz kiliseyi ve devleti her ikisinin ve korunması ve canlılığın devamı için ayırmaya çalışıyoruz.
       Dini inancı bütün Amerikalılar açısından dinsel hakikati ve dinsel özgürlüğü kucaklama meselesi sık sık zorluğa yol açmıştır. Mesele hiç de tamamiyle çözülmüş değildir. Bizim sosyal ve anayasal düzenlememiz neredeyse tanımı gereği sürekli tartma, tartışma, ayar yapma ve uzlaşma eylemlerini gerektirir. Ayni zamanda belli bir karakter veya özelliğimiz buna yardımcı olur: mütedeyyinler kendi inançlarının hakikatini kuvvetle kucaklarken, farklı bir yol seçenlerin özgürlüğünü kendi hakikatlerinden bir taviz gibi değil, inançlarının da bir gereği olarak görür.
       21. Yüzyılda dinsel temelli güvensizlik, nefret ve şiddetin azaltılmasına ne yardımcı olabilir? Bu soruya birçok önemli cevap vardır elbette, ama biz burada şunu ümit ediyoruz: Dinsel özgürlüğü, her ulustan bütün halkların temel bir hakkı olarak kabul ederek dine yaklaşımımızı derinleştirmek ve yenilemek.
       
HAKLI BİR SAVAŞ MI?
       BİZE GÖRE bütün savaşlar korkunçtur, sonuçta yalnızca insanın politik başarısızlığının göstergesidir. Biz aynı zamanda biliyoruz ki, iyi ve kötüyü ayıran sınır çizgisi bir toplumla ötekisi arasında değildir, hele bir dinle öteki arasında hiç değildir ve son kertede bu sınır çizgisi her insan kalbinin tam ortasından geçmektedir. Nihayet aramızda dinsel inancı olanlar - Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlar ve diğerleri - kutsal kitaplarımızdaki affetmeyi sevme ve savaşı önlemek ve barış içinde yaşamak içinden elimizden geleni yapma şeklindeki sorumluluğumuzun bilincindeyiz.
       Ama akıl ve dikkatli ahlaki tartma da bize aynı zamanda kötüye ilk ve en önemli cevabın bazen onu durdurmak olduğunu da öğretiyor. Öyle zamanlar vardır ki, tehlikeli şiddet, nefret ve adaletsizlik eylemlerine karşı savaşa girmek yalnız ahlaken caiz değil, ahlaken zorunludur da. İşte şimdi o zamanlardan birindeyiz.
       “Adil Savaş” düşüncesi geniş temellere sahiptir, dünyanın çeşitli dinsel ve seküler ahlaki geleneklerinin çoğunda temeli vardır. Yahudi, Hristiyan ve Müslüman öğretileri örneğin, hepsi adil bir savaşın tanımı üzerine ciddi düşünceler içerir. Kimi insanlar çoğunlukla gerçekçilik adına konuştuklarını söyleyerek, savaşın mutlaka bencil çıkarlara ve zorunluluğa dayandığını, ahlaki analiz çabalarının çoğunun gerekli olmadığını öne sürerler. Biz buna katılmıyoruz. Savaş karşısında ahlaki suskunluğun kendisi ahlaki bir zaaftır - aklın gereğini inkar eder, uluslararası ilişkilerde normsuzluğu kabullenir, ve sinizme teslim olur. Savaşa objektif ahlaki akıl yürütmeyi uygulama çabası, sivil toplumun ve barışa dayalı bir dünya toplumununun mümkün olduğunu savunma çabası demektir.
       Adil savaşın ilkeleri bize, saldırı ve fütuhat savaşlarının asla kabul edilemez olduğunu öğretir. Savaşlar ulusal zafer, eski hataların giderilmesi, toprak kazanımı veya başka gayri-savunma amaçlarıyla yürütüldüklerinde meşru olmazlar.
       Savaşın birinci ahlaki meşruiyeti masumları zarar görmekten korumaktır. Augustine 5. yy başlarında yazdığı kitabı “Tanrı´nın Kenti”nde, adil savaş düşüncesine etkin katkıda bulunarak (Sokrat´a cevaben) yazar ki, bir Hristiyan bireyin zarara katlanması, onu yapmasından daha iyidir. Ama ahlaken sorumlu kişi, başka masum insanlar adına da bir kendini-korumama ilkesi ortaya atabilir mi? Augustine ve adil savaş geleneği için cevap hayır´dır. Eğer birisi, kendilerini koruyamayacak durumda olan masum insanların ağır zarara uğrayacağı hakkında ikna edici delillere sahipse ve saldırganı durdurmak için şiddet zorunluysa, o zaman komşunuzu seviniz yolundaki ahlaki ilke, bizi şiddet kullanmaya çağırır.
       Savaşlar küçük, şüpheli, ya da belirsiz sonuçlara yol açacak tehlikelere karşı; ya da görüşmelerle giderilebilecek, akla hitap eden, üçüncü tarafları ikna ederek veya başka şiddet-dışı yöntemlerle çözülebilecek tehlikelere karşı yapıldığında meşru olmaz. Ama masum hayatlar gerçekten ve kesin olarak tehdit altındaysa, ve özellikle de saldırgan giderilemez bir düşmanlıkla motive oluyorsa - niyeti görüşmek ve anlaşmak değil, sizi imha etmekse -, o zaman ölçüler dahilinde güç kullanımı ahlaken meşrudur.
       Adil bir savaşa yalnız kamu düzeninden sorumlu meşru bir otorite girişebilir. Bir otoriteye bağlı olmayan, oportünist veya bireyci bir güç kullanımı hiçbir zaman ahlaken kabul edilir olmaz.
       Adil bir savaş yalnız savaşçı olan kişilere karşı açılabılır. Tarihte ve dünyanın her yerinde adil savaş otoriteleri - ister Müslüman, Yahudi veya Hristiyan, ister başka dinsel gelenekten veya seküler olsunlar - bize savaşçı olmayan halkın kasıtlı saldırıdan muaf tutulması gerektiğini öğretir. Bunun için intikam uğruna veya sempatizanları geri tutmak amacıyla sivilleri öldürmek ahlaken yanlıstır. Bazı koşullarda ve katı sınırlar dahilinde, istenmeyen fakat öngörülebilecek sivil ölümlerine veya yaralanmalarına yol açacak askeri eylemlere girişmek ahlaken meşru olabilir. Ama savaşmayan kişileri bir askeri eylemin operasyonel hedefi yapmak ahlaken kabul edilemez.
       Bunlar ve başka adil savaş ilkeleri bize şunu öğretiyor: insanlar ne zaman savaşı düşünse veya savaşa girse, insan hayatının kutsallığı ile eşit insan onuru ilkesini birlikte düşünmek mümkün ve hatta gereklidir. Bu ilkeler savaşın trajik eyleminde dahi “ötekilerin” - ki onlar bize yabancıdır, bizden ırk veya dil olarak farklıdır, biz onların dininin hakikat olmadığına inanabiliriz - ayni bizim gibi bir hayat hakkı, aynı insan onuru ve insan hakları olduğu inancımızı korumamızı sağlar.
       11 EYLÜL 2001´de bir grup birey, Amerika Birleşik Devletleri´ne bilinçli olarak saldırmıştır, kaçırdıkları uçakları silaha dönüştürerek iki saatten az bir zamanda New York City´de, güneybatı Pensilvanya´da ve Washington DC´de 3000´i aşkın yurttaşımızı öldürmüştür. 11 Eylül´de ölenler savaşçı değil sivildirler ve katilleri onları, Amerikalı oldukları dışında hiç bir şekilde tanımıyordu. 11 Eylül sabahı ölenler hukuksuz, kasıtlı, ve önceden hesaplanmış bir kötülükle öldürülmüşlerdir - kesin konuşmak gerekirse ancak cinayet kelimesiyle tarif edilebilecek bir öldürme biçimi. Öldürülenler arasında her ırktan, değişik etnisiteden, büyük dinlerden insanlar vardı. Bulaşıkçılardan şirket yöneticilerine uzanıyordu.
       Bu eylemleri yapan bireyler yalnız hareket etmediler, ya da desteksiz değillerdi, hedefleri de belirsiz değildi. Onlar uluslararası bir İslamcı ağın üyeleriydi, 40´a yakın ülkede aktif olan ve dünyada Al Kaida ismiyle tanınan bir ağ. Ama bu grup aslında çok daha büyük radikal İslamcı bir hareketin sadece bir koludur. Bu hareket onyıllardır büyümüş, kimi zaman hükümetlerce göz yumulmuş veya desteklenmiştir. Hedeflerine ulaşmak için cinayeti kullanma yeteneğini göştermiş, giderek daha çok göstermektedir.
       “İslam” ve “İslami” (“Islamic) terimlerini, 1,2 milyar kadar inanana sahip dünyanın büyük dinlerinden birine gönderme yapmak için kullaniyoruz - ki onların arasında kimi 11 Eylülde öldürülen birkaç milyon Amerikan vatandaşı da vardır. Aslında bunu söylemeye gerek yoktur - ama biz burada bir kere, açıkça söylüyoruz - dünyadaki Müslümanların büyük çoğunluğu, geniş ölçüde kuran´ın öğretileri tarafından yönlendirilerek, ölçülü, inançlı, barışçı bir hayat sürmektedir. “İslamizm” (“Islamicism”) ve “radikal İslamcı” (“radical Islamicist”) terimlerini ise, şu anda dünyayı, Müslüman dünyasını da, tehdit eden şiddet yanlısı, aşırı ve radikal hoşgörüsüz dini-politik hareketi tanımlamak için kullanıyoruz.
       Bu radikal, şiddet yanlısı hareket yalnız belli ABD ve Batı politikalarına karşı muhalefet etmekle kalmıyor - bu mektubun bazı imzalayıcıları da bu politikaların kimisine karşıdır -, aynı zamanda modern dünyanın temel bir ilkesine, dinsel hoşgörüye de karşı çıkıyor; ve temel insan haklarına, özellikle düşünce ve din özgürlüğüne karşı çıkıyor ki, bunlar Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi tarafından tanımlanmıştır ve insani gelişimi, adaleti ve barışı amaçlayan her medeniyetin temeli olmalıdır.
       Bu aşırılıkçı hareket İslam adına konuşma iddiasındadır ama temel İslami ilkelere ihanet etmektedir. İslam yüzünü ahlaki çirkinliklere karşı döner. Örneğin Kuran´ın öğretisi ve Peygamber´in örneği üzerine düşünen Müslüman alimler yüzyıllar boyunca Tanrı yolunda savaşın (yani Cihad´ın) savaşmayanları kasıtla öldürmeyi yasakladığını düşünmüşlerdir ve askeri eylemin sadece meşru kamu otoritelerinin emri üzerine yapilabileceğini belirtmişlerdir. İslam da Hristiyanlık, Musevilik ve diğer dinler kadar, Tanrı adını alet ederek ayrımsız öldüren bu din-dışılar (profanes) tarafından tehdit altındadır ve potansiyel asağılanmayla karşı karşıyadır.
       Din yaftasını kullanan hareketlerin aynı zamanda karmaşık politik, toplumsal ve demografik boyutları olduğunu ve bunlara dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatırız. Aynı zamanda felsefe de rol oynamaktadır, ve bu radikal İslamcı hareketin kışkırtıcı felsefesi, dünyayı inanlar ve inanmayanlar (ister radikal olmayan Müslümanlar olsun, ister Yahudiler, Hristiyanlar, Hindular ve diğerleri) arasında bir ölüm-kalım mücadelesi olarak görmekte, bütün insanların eşit onurlarını açıkça hiçe saymakta ve, bunu yaptığı için, dine ihanet etmekte ve medeni hayatın başlıca temelini ve uluslar arasında barış imkanını inkar etmektedirler.
       Herşeyden daha da düşündürücü olan şudur: 11 Eylül kitlesel katliamcıları belki ilk kez gösterdiler ki, bu hareket yanlız açıkça söylediği bir niyete sahip olmakla kalmıyor, bunu gerçekleştirecek kapasiteye ve uzmanlığa da haiz bulunuyor - buna kimyasal, biyolojik ve nükleer silaha olası erişim ve onları kullanma iradesi de dahildir. Böylece belirlediği hedeflere yoğun, korkunç zarar verme imkanına da sahiptir.
       11 Eylülde 3000´den fazla kişiyi katledenler, ki kedi beyanlarına göre bunu yeniden yapma isteğine sahiptirler, yalnız Amerika Birleşik Devletleri´nde değil dünyanın her yerindeki iyi niyetli insanlar için açık ve güncel bir tehlikedirler. Bu tür eylemler masum insan hayatına yöneltilmiş çıplak saldırganlıktır, dünyayı tehdit eden bir kötülüktür (evil) ve onu yoketmek için güç kullammak gerekmektedir.
       Şimdi global erişime sahip organize katiller hepimizi tehdit ediyor. Evrensel insani ahlak adına, ve adil bir savaşın kısıtlamaları ve gerekleri üzerine tam bir bilinçle, biz hükümetimizin ve toplumumuzun onlara karşı silah kullanma kararını destekliyoruz.
       
SONUÇ
       BİZ YEMİN EDERİZ ki, ulusların savaş zamanında kapıldıkları tüm zararlı duygusallıklara - buna özellikle üstünlük duyguları (arrogance) ve jinoizm dahildir - karşı elimizden geleni yapacağız. Aynı zamanda, tek sesle diyoruz ki, bu savaşı kazanmak ulusumuz ve müttefikleri için tayin edici önemdedir. Biz kendimizi korumak için savaşıyoruz, ama aynı zamanda insanlığın en önemli umudu olan insan hakları ve insan onuru prensiplerini korumak için de savaştığımıza inanıyoruz.
       Bir gün bu savaş bitecek. Bittiği zaman - ve bir bakıma bitmeden önce - büyük uzlaşma ve barışma görevi bizi bekleyecektir. Global bir kötüyü durdurarak bu savaşın dünyada adalete dayalı bir topluluk kurma imkanını artıracağını umuyoruz. Her toplumda yalnız barış-yapıcılar bu savaşın boşuna yapılmamış olmasını sağlayabilecektir.
       Biz özellikle Müslüman toplumlardaki kardeşlerimize sesleniyoruz. Size doğrudan şunu söylüyoruz: Biz düşman değiliz, dostuz. Düşman olmak zorunda değiliz. O kadar çok ortak noktamız var ki. Birlikte yapmamız gereken çok şey var. Sizin insan onurunuz, bizimkinden daha az değil - sizin haklarınız ve iyi bir hayat yaşama firsatlarınız bizden az değil - bunlar için savaşıyoruz. Bazılarınızın bize büyük güvensizlik duyduğunu biliyoruz, ve biz Amerikalıların bu güvensizlikte kısmen pay sahibi olduğunun bilincindeyiz. Ama biz düşman olmamalıyız. Sizlerle ve dünyadaki iyi niyetli insanlarla adil ve kalıcı bir barışta ortak olmak umuduyla.
       
İMZALAR
       

Enola Aird
       Director, The Motherhood Project; Council on Civil Society
       John Atlas
       President, National Housing Institute; Executive Director, Passaic County Legal Aid Society
       Jay Belsky
       Professor and Director, Institute for the Study of Children, Families and Social Issues, Birkbeck University of London
       David Blankenhorn
       President, Institute for American Values
       David Bosworth
       University of Washington
       R. Maurice Boyd
       Minister, The City Church, New York
       Gerard V. Bradley
       Professor of Law, University of Notre Dame
       Margaret F. Brinig
       Edward A. Howry Distinguished Professor, University of Iowa College of Law
       Allan Carlson
       President, The Howard Center for Family, Religion, and Society
       Khalid Durán
       Editor, TransIslam Magazine
       Paul Ekman
       Professor of Psychology, University of California, San Francisco
       Jean Bethke Elshtain
       Laura Spelman Rockefeller Professor of Social and Political Ethics, University of Chicago Divinity School
       Amitai Etzioni
       University Professor, The George Washington University
       Hillel Fradkin
       President, Ethics and Public Policy Center
       Samuel G. Freedman
       Professor at the Columbia University Graduate School of Journalism
       Francis Fukuyama
       Bernard Schwartz Professor of International Political Economy, Johns Hopkins University
       William A. Galston
       Professor at the School of Public Affairs, University of Maryland; Director, Institute for Philosophy and Public Policy
       Claire Gaudiani
       Senior research scholar, Yale Law School and former president, Connecticut College
       Robert P. George
       McCormick Professor of Jurisprudence and Professor of Politics, Princeton University
       Neil Gilbert
       Professor at the School of Social Welfare, University of California, Berkeley
       Mary Ann Glendon
       Learned Hand Professor of Law, Harvard University Law School
       Norval D. Glenn
       Ashbel Smith Professor of Sociology and Stiles Professor of American Studies, University of Texas at Austin
       Os Guinness
       Senior Fellow, Trinity Forum
       David Gutmann
       Professor Emeritus of Psychiatry and Education, Northwestern University
       Kevin J. “Seamus” Hasson
       President, Becket Fund for Religious Liberty
       Sylvia Ann Hewlett
       Chair, National Parenting Association
       James Davison Hunter
       William R. Kenan, Jr., Professor of Sociology and Religious Studies and Executive Director, Center on Religion and Democracy, University of Virginia
       Samuel Huntington
       Albert J. Weatherhead, III, University Professor, Harvard University
       Byron Johnson
       Director and Distinguished Senior Fellow, Center for Research on Religion and Urban Civil Society, University of Pennsylvania
       James Turner Johnson
       Professor, Department of Religion, Rutgers University
       John Kelsay
       Richard L. Rubenstein Professor of Religion, Florida State University
       Diane Knippers
       President, Institute on Religion and Democracy
       Thomas C. Kohler
       Professor of Law, Boston College Law School
       Glenn C. Loury
       Professor of Economics and Director, Institute on Race and Social Division, Boston University
       Harvey C. Mansfield
       William R. Kenan, Jr., Professor of Government, Harvard University
       Will Marshall
       President, Progressive Policy Institute
       Richard J. Mouw
       President, Fuller Theological Seminary
       Daniel Patrick Moynihan
       University Professor, Maxwell School of Citizenship and Public Affairs, Syracuse University
       John E. Murray, Jr.
       Chancellor and Professor of Law, Duquesne University
       Michael Novak
       George Frederick Jewett Chair in Religion and Public Policy, American Enterprise Institute
       Rev. Val J. Peter
       Executive Director, Boys and Girls Town
       David Popenoe
       Professor of Sociology and Co-Director of the National Marriage Project, Rutgers University
       Robert D. Putnam
       Peter and Isabel Malkin Professor of Public Policy at the Kennedy School of Government, Harvard University
       Gloria G. Rodriguez
       Founder and President, AVANCE, Inc.
       Robert Royal
       President, Faith & Reason Institute
       Nina Shea
       Director, Freedom’s House’s Center for Religious Freedom
       Fred Siegel
       Professor of History, The Cooper Union
       Theda Skocpol
       Victor S. Thomas Professor of Government and Sociology, Harvard University
       Katherine Shaw Spaht
       Jules and Frances Landry Professor of Law, Louisiana State University Law Center
       Max L. Stackhouse
       Professor of Christian Ethics and Director, Project on Public Theology, Princeton Theological Seminary
       William Tell, Jr.
       The William and Karen Tell Foundation
       Maris A. Vinovskis
       Bentley Professor of History and Professor of Public Policy, University of Michigan
       Paul C. Vitz
       Professor of Psychology, New York University
       Michael Walzer
       Professor at the School of Social Science, Institute for Advanced Study
       George Weigel
       Senior Fellow, Ethics and Public Policy Center
       Charles Wilson
       Director, Center for the Study of Southern Culture, University of Mississippi
       James Q. Wilson
       Collins Professor of Management and Public Policy Emeritus, UCLA
       John Witte, Jr.
       Jonas Robitscher Professor of Law and Ethics and Director, Law and Religion Program, Emory University Law School
       Christopher Wolfe
       Professor of Political Science, Marquette University
       Daniel Yankelovich
       President, Public Agenda
       

       
       
       
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları